CHP Lideri Özgür Özel: “Cumhuriyet Halk Partisi Demir Leblebi Gibidir, Isırmaya Kalkanın Dişini Kırar”

12.12.2025

“BİZİM ADAYIMIZ EKREM İMAMOĞLU AMA AK PARTİ’NİN ADAYI KİM? ERDOĞAN MI, DAMADI MI, DIŞİŞLERİ BAKANI MI? ONLAR ADAYLARINI NETLEŞTİRSİNLER”

“MHP, İBB İDDİANAME KONUSUNDA HAYAL KIRIKLIĞI YAŞIYOR; TAYYİP BEY DE İDDİANAMENİN ARKASINDAN ÇEKİLDİ”

“SON KÜRT, ‘SORUNUM VAR’ DİYORSA KÜRT SORUNU VARDIR, ÇÖZÜLMELİDİR, SON ALEVİ, ‘SORUNUM KALMADI’ DİYENE KADAR ALEVİ SORUNU VARDIR; EŞİT YURTTAŞLIK ÇERÇEVESİNDE HER TÜRLÜ DÜZENLEME YAPILMALIDIR”

“SURİYE’NİN BARIŞI, TÜRKİYE’NİN BARIŞINA, TÜRKİYE’NİN BARIŞI SURİYE’NİN BARIŞINA DA KATKI SAĞLAR”

“HALKIN ADAYINI ADAYLAŞTIRMAMAYI GÖZE ALANLAR, ONUN HESABINI HALKA VERECEKLER”

“ADAYLIĞA YELTENİP DE KAZANACAK BİR ADAYIN ÖNÜNE GEÇMEYECEĞİM DİYE KENDİ KENDİME SÖZ VERDİM”

“ATTIKLARI HER ADIMDA, ERDOĞAN SONRASININ HESAPLARI VAR”

“BİZ ÇOK İLKESEL BİR YERDEN, ‘ANAYASAYA UYMAYANLA ANAYASA YAPILMAZ’ DİYORUZ”

“BİZ NE YAPTIĞIMIZI BİLİYORUZ VE OLMAMIZ GEREKEN YERDE, DURMAMIZ GEREKEN YERDE DURUYORUZ”

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, İlke TV canlı yayınına konuk oldu. Kendisine yöneltilen soruları yanıtlayan Cumhuriyet Halk Partisi Lideri Özgür Özel, TBMM Genel Kurulu’nda görüşmeleri süren 2026 yılı bütçe teklifi hakkında, “Bir kez daha hoş geldiniz, şeref verdiniz. Bu hafta aslında Meclis’te bütçe görüşmeleri Genel Kurul aşamasına geçti. Bundan önceki cumartesi günü de Bütçe Hakkı Mitingi vardı, Ankara Tandoğan’da. Çok anlamlı bir mitingti. 70’in üzerinde bileşen, bütçe hakkı için bir araya geldiler. Ben de o mitinge katıldım. Hem emeklinin, hem emekçinin bütçe hakkı savunuluyordu. Tabii o çerçeveden bakınca zaten bugün Meclis’te yapılanlara bütçe görüşmesi demek zor” dedi. Özel, şöyle devam etti:


“MECLİS GENEL KURULU ONLARA GÖRE DEKOR OLDU”

“‘Yani bir meclis kurulmuş da sonra bütçeyi yapsın diye komisyon kurulmuş, o da bütçe yapmış’ diye bir şey yok insanlık tarihinde. Magna Carta, tek adamın vergiyi tek başına belirleyemeyeceğini yazıya dökmesiyle, insanlık tarihinin en önemli kazanımının ilk somut adımıdır. O günden itibaren devletin vergi alan sağ eliyle dağıtan, şefkatli sol elinin dengesine meclisler karar verir. Önce 1215’te bir yazı olarak kazanım oldu. Devamında 17’nci yüzyılda damgasını vuran ‘temsil yoksa vergi de yok’... Yani bir mecliste temsil edilmiyorsam vergi de vermem. İngiliz parlamentosu, Fransız ihtilaliyle Fransız parlamentosu ve bizde biraz daha geç olmakla birlikte önce bütçe hakkı elde edildi, sonra onun konuşulacağı yere çatı yapıldı. Oraya meclis dendi. Meclisten önce kazanılmış bir hak bu. Ama şimdi Meclis’te görüşülüyor, 12 gün sonra bitecek. Diyelim ki 600 milletvekili reddetti bütçeyi. Bütçe, geçen senekinin üzerine yeniden değerleme oranı konup devam edecek Cumhurbaşkanı hükümet sistemi ve tek adam rejiminde. Neden? Çünkü OHAL’de değiştirdikleri anayasaya bunu koydular. ‘Eğer bütçe geçmezse bir önceki bütçeye yeniden değerleme oranı konulur. Ona göre hükümet devam eder.’ Düşünün ki milletin meclisinin tamamı bütçesini reddetmiş… Normalde bütçesi geçmeyen hükümetler dünyada düşer, yerine yenisi konulur. Türkiye siyasi tarihinde de örnekleri var. Ama maalesef bütçenin göstermelik bir şey olduğu, yani artık bizim Meclisimiz onlara göre, onların getirdiği rejime göre bir dekor orası, Genel Kurul salonda. Milletvekilleri oyuncu, halk seyirci, demokrasi de adeta orada atılan bir tirad. Yoksa bir karşılığı yok. Önce bu tespiti yapmak lazım.”

“BU BÜTÇE ‘-MIŞ GİBİ’ YAPAN BİR BÜTÇE”

“Devamında; bu bütçe nasıl bir bütçe? Bu bütçe ‘-mış gibi’ yapan bir bütçe. Bu bütçe aslan payını iktidarın, iktidarın önceliklerinin; işte büyük holdinglerin, şirketlerin, onların vereceği vergilerin affedildiği veya büyük teşviklerin, Kamu - Özel İşbirliği’ne büyük paraların, Yap - İşlet - Devret’lere büyük paraların aktarıldığı ama emeğin, emekçinin ve emeklinin hakkını alamadığı bir bütçe bu. Tabii bugün 16 bin lira en düşük emekli maaşından, 22 bin lira asgari ücretten bahsediyoruz. Geçen sene AK Parti, kendi pratiğini ki o pratik de gerçekleşen bir pratik değil ama hep şunu söylüyordu; ‘Biz asgari ücretliyi enflasyona ezdirmiyoruz.’ Nasıl ezdirmiyorsun? ‘TÜİK, bir enflasyon belirliyor ve biz enflasyon kadar zam veriyoruz.’ Bir kez TÜİK enflasyonu belirlemiyor, orada enflasyon üzerinden manipülasyon yapıyor. Gerçek enflasyon yüzde 60 iken yüzde 30 çıkarıyor. Zaten sen oradan, emekten bir şeyler çalıyorsun. Ama geçen sene TÜİK’in, ben ‘Tayyip Erdoğan’ı Üzmeyen İstatistik Kurumu’ diye kısaltıyorum onu, onun rakamlarıyla da enflasyonu vermediler. Neyi verdiler? Beklenti enflasyonunu verdiler. Yani karnede sınavda aldığı notu değil de sınava girmeden önce umduğu notu veriyor. Böyle bir eğitim sistemi, böyle bir puanlama sistemi var mı? ‘Ben enflasyonu yüzde 20’ye düşürecektim, beceremedim yüzde 40 oldu. Sana 40 vermiyorum, 20 veriyorum.’ Önce düşür, sonra onu ver. Öyle olunca zaten gitgide gerçek enflasyon karşısında eriyen asgari ücret geçen sene ağır bir yara almıştı ve 22 bin lirada kaldı. Aslında 30 bin lira olması gerekiyordu. Şimdi bu 22 bin lira üzerine, bugün işte artık nihayet Türk-İş’in de katılmayı reddettiği Asgari Ücret Komisyonu‘nda oturup bir tiyatro yapacaklar ve 27 - 28 bin liralık bir asgari ücret belirleyecekler.”

“BUGÜNE KADAR KATILMALARI YANLIŞTI”

(Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na TÜRK-İŞ’in katılmaması hakkında) “Doğru buluyorum ama bugüne kadar katılmalarını da yanlış buluyorum. Bu kadar adaletsiz bir komisyona bugüne kadar katılmaları yanlıştı. Bu seferki doğru. Ümit ediyorum bundan sonra belirlenecek asgari ücrete ki bir küçük parantez açayım, Türkiye’de konfederasyonların şöyle bir yanılgıları var veya sorumluluğu üstlerinden atıyorlar. Konfederasyon derken DİSK öyle yapmıyor ama TÜRK-İŞ özellikle şöyle yapıyor; ‘Asgari ücret benim işim değil ki’ diyor. ‘Bende işçi zaten asgari ücret almıyor.’ Doğru. Ama asgari ücret, Türkiye’de temel ücret oldu. Neredeyse kayıt dışı çalışanları da katarsanız ortalama ücret oldu. En büyük toplu sözleşme. Her 100 kişiden 55’i asgari ücret alıyor. Almanya’da asgari ücret, bir yıl alınan kıdemle hızla uzaklaşılan bir ücretken Avrupa’da öyle bir ücretken Türkiye’de temel ücret. Asgari ücrete gelen zam oranı bütün ücretlere neredeyse aynen yansıyor. Yani asgari ücretin iki katı maaş alan için bile asgari ücretin nasıl belirlendiği, onun alacağı zam açısından çok önemli. Böyle bir fiiliyat var Türkiye’de. Şimdi böyle olunca bu asgari ücret meselesinde bir kez TÜRK-İŞ’in oturmaması doğru. Bütün sendikaların birden bunu kendi meseleleri yapmaları lazım. Çünkü bütün ücretlere yansıyor. Asgari ücret eğer 27 bin, 28 bin lira olacaksa bu bir yıl önce hak edilen asgari ücretin bile altında. 30 bin lira olması gerekiyor 28 binde. Bu tarihin en büyük emek hırsızlığı. Bunun karşılığında bir de emekli maaşına yapacakları zammı da düşünürseniz, o da 16 bin liranın üzerine gelecek zamla 20 bin lira gibi bir şey olması bekleniyor. Bugün için ilk kez tarihte asgari ücret verildiği gün açlık sınırının altında olacak. En düşük emekli maaşı da verildiği gün açlık sınırının üçte ikisi seviyesinde olacak. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Ben meydanlarda soruyorum. İşte, yoksulluk sınırı 98 bin lira. O da TÜRK-İŞ’in rakamları. Kocam meydanda yedi, sekiz kişi çıkıyor evine 98 bin liradan fazla maaş girenler. Bir maaş, iki maaş, üç maaş. Herkes tek bir asgari ücretle geçiniyor ve açlık sınırının altında. O yüzden de ‘Bu büyük bir sosyal patlamaya, sosyal infiale sebebiyet verir’ dedim. Neye göre dedim? Sokakta gördüğüm tansiyona göre, meydanda gördüm tansiyona göre.”

“TATBİKAT GÖRÜNTÜSÜYLE ACINACAK HALİMİZE GÜLDÜK”

(Grev yasakları için) “Evet, bu örgütlü tepkiyi bastırmaya yönelik bir iş. Bütün Türkiye’de askeri darbe dönemlerini, sıkıyönetim dönemlerini aratmayacak bir şekilde. Yani hiçbir şey yokken ortada... Yani bazen hani anlamıyorum ama hani onları anlamak isteyeyim. Olağanüstü şartlar olur da çok büyük travmaların olduğu günlerde de ne bileyim 15 Temmuz darbesinden bir ay sonra da grev olur, ‘Dur kardeşim, şimdi zamanı değil’ dersin. Veya böyle büyük toplumsal olaylar vardır. Türkiye belli bir sanayi koluna çok ihtiyaç duyuyordur, o milli güvenlik meselesidir. Ne bileyim işte top dökeceksindir de demir - çeliki durduruyordur adam. ‘Dur kardeşim savaşın içindeyiz, top dökeceğim. Demir - çelik durmaz; milli güvenlik…’ Hiçbir şey yok ortada. Milli güvenliği tehdit diye bütün grevleri erteliyorlar. Bu anayasadaki yetkinin, zaten olmaması gereken bir yetkinin suistimali, kötüye kullanımı. Ercüment Bey biraz önce söyledi. Bugün acınacak halimize tebessüm ettik. Kahramanmaraş’ta tatbikat yapıyorlar, ‘Efendim işçiler ayaklanırsa, grev yaparsa çevik kuvvet bunu nasıl bastıracak?’ Bunun tatbikatını yapıyorlar. Ama bunların hepsi örgütlü bir eylemliliğe karşı yapılan iş. Benim bahsettiğim bir sosyal patlama. Yani insanların artık burasına gelmiş, hatta daha da burasına gelmiş ve boğulmak üzere.

“SOKAKTAKİ ÖFKEYİ BEN DAHA ÖNCE GÖRMEDİM”

“Mesela sosyal patlamanın ilk basamağı şudur: Bir asgari ücretli bir yerde çalışıyordur. Gün boyunca ter döküyordur lokantada, mesela servis yapıyordur. O 22 bin lira maaş alacaktır. Bir beyefendi gelir, öğlen yemeğinde 22 bin lira hesap öder, gider. Bu o asgari ücretlinin içine dokunur. ‘Ya ben bir ay sabahın köründen akşamın bir vaktine kadar burada ter döküyorum. Benim aldığım maaş burada…’ Bu başka bir şey. Bundan ciddi bir rahatsızlık duyar. Ama bir de o kişi evdeki çocuğunun karnını doyuramıyorsa, okula gönderdiği çocuğunun beslenme çantasına bir şey koyamıyorsa veya bir baba evladının bu durumundan dolayı sürüklendiği bunalımı veya aklından geçenleri düşünüyorsa o vakitten sonra o toplumda ne olacağını öngöremezsiniz. Ben bunu çok samimi bir şekilde söylüyorum. Ben yıllardır sokakta siyaset yapan birisiyim. Bir Genel Başkan olarak da herhalde benim kadar sokakta olan yoktur. Ben sokaktaki öfkeyi daha önce görmedim. Açık açık da söylüyorum bu vakitten sonra bu insanlara böyle asgari ücrette, en düşük emekli maaşında alay edecek ve artık sürdüremeyecekleri yani laf olsun diye değil gerçekten bıçak kemikte. Bu insanlar, sohbet ettiğin herkes diyor ki… ‘Nasıl geçiniyorsun?’ ‘Borçla.’ ‘Nasıl döndürüyorsun?’ ‘O karttan bu karta.’ Artık kart da vermiyorlar. Hepsi patladı. Tefecilerin bu kadar çok olması, İstanbul’da çetelerin bu kadar çok olması, insanların sanal bahise yönelmesi… Hiçbirisini mazur görmüyorum ama hiçbirisi de kendiliğinden olan şeyler değil. Bunların ekonomik ve sosyal altyapısı var. Bu ülkeyi yönetenler şunun farkında değiller: Bu vakitten sonra artık bu insanlar ‘Eskiden ayda üç kere dışarıda yemek yerdik, şimdi bir kere yiyebiliyorum’, ‘Efendim ayakkabılarımı eskiden pençe yaptırmazdım, şimdi pençe yaptırıp giyiyorum’, ‘Bu sene bir palto alamadım’ değil. Bu değil adamın derdi, karnını doyuramıyor.”

“YAVUZ HIRSIZ EV SAHİBİNİ BASTIRIR”

(Erdoğan’ın işverenlere ‘Elinizi taşın altına koyun’ şeklindeki sözleri hakkında) “Erdoğan’ınki bir kere şöyle: Yavuz hırsız ev sahibini bastırır, deyim yerindeyse. Bir kere şöyle bir şey var. Asgari ücreti belirleme meselesinde son sözü kim söylüyor? Kim söylüyor, kamu otoritesi söylüyor. Her şeyin sorumlusu sensin de bunun sorumlusu mu işveren? Bu diyor ki ‘Ben asgari ücreti bu kadar belirliyorum ama’ dilinin altındaki, bu asgari, sen üstünü ver. Ya nerede? Bir kere bu ülkede bir gerçeklik de var, bunun da altını çizeyim. Bazı sektörlerde asgari ücret alan için çok düşük, veren için çok fazla. Bu olacak iş değil. Ama neden? Açmaz. Satranç da nasıl olur? Son hamleden dolayı artık açmaz olmaz. Oyun baştan beri yanlış kurulduysa açmaz olur. Şimdi tekstilde Mısır’daki asgari ücretle rekabet edecek adam ama verdiği asgari ücretle Türkiye’de geçinecek birisi. Öyle bir durum var ki alan için çok düşük, veren için çok fazla. Bunun için burada hükümetin devreye girip ki biz kanuni teklifimizi de sunduk. Sektöre ve çalışan sayısına göre örneğin tekstilde çalışan işçiler için 10 bin 140 lira, ya da 1-10 arasındaki küçük esnaf için 10 bin 140 lira. Bir gruba 8 bin 101, bir gruba 5 bin 400 lira sosyal güvenlik primi desteği vaat ediyoruz. O da şu, eğer tekstilde belli bir sayının altında işçi çalıştırıyorsa 10 bin 140 lira eksik sigorta ödüyor. Asgari ücret veren için 28 bin lira, alan için 39 lira oluyor. Devlet yapacaksa bunu yapacak. Erdoğan çıkmış, ‘Kefenin cebi yok…’ Yani, ‘Ben asgari ücreti 28 bin lira belirledim ama varsın onlar 35 lira versin.’ Hangi sermaye, hangi işveren? Bir de bu piyasa ve rekabet şartlarında böyle babasının hayrına asgari ücrete zam yapar. Yok öyle bir şey. Sorumluluktan kaçmak için meseleyi karşıya yansıtıyor. Siyasi bir akrobasi yapıyor. Buna milletin karnı tok.”

“BİR ÜLKEDE 15 YAŞINDAKİ ÇOCUKLAR BÖYLE ÖLÜR MÜ?”

“MESEM meselesi, yani maalesef… Hem 301 madencinin Soma’da hayatını kaybettiği faciasını hatırlattınız hem de MESEM’de bir önemli kayıp, Soma‘da yine 15 yaşında benim hemşerimin başına gelmişti. MESEM meselesi Türkiye’nin en utanç verici meselesi. Ben bütçe konuşmasında da söyledim. Çocuklardan birisi asit kuyusuna düşmüş, bir tanesinin başını pres ezmiş. Bir tanesi 10’uncu kattan düşerek ölmüş. Öbürü kuyuya düşerek ölmüş. Bir ülkede 15 yaşında öğrenciler böyle ölür mü? ‘Mesleki eğitim’ diyorsanız Almanya’da var. Almanya’da mesleki eğitimde 30 yıldır bir tane çocuk ölmemiş 18 yaşına kadar. Türkiye’de sene başından beri 18 tane herhalde kardeşimiz hayatını kaybetti. Bu MESEM işi zaten Milli Eğitim Bakanı’nın ağzında büyük bir ukalalıkla, büyük bir küstahlık ‘Aslında bunların okulda işi yok, yarım gün okulda görünüyorlar, ondan sonra ucuz işgücü olarak çalışıyorlar.’ Bu emek sömürüsünün daniskası. Benim 18 yaşından küçük çocuk çalıştırıyorlar hem büyük bir emek sömürüsü var. Hem de bu çocuklar ileride başladıkları buradaki sigortalılıkları da emekline sayılmıyor. Öyle sorunlar var. Bu mesele bence Türkiye’nin en utanç verici meselesidir. Ben konuşurken böyle Meclis’te iktidarı bırakın, muhalefet sıralarındaki milletvekillerinin bile gözü önüne düştü yani. Bir ülkeyi yöneten Meclis’te konuştuğumuz meseleye bak. Çok utanç verici. Hızla tedbir alınması gereken bir durum.” (MESEM’e karşı çıkan öğrencilerin tutuklanması hakkında) “TİP’li kardeşlerimiz Silivri’de tutuklu. Öğrencileri MESEM’lerde öldürmeye utanmayanlar, TİP’li öğrencileri tutuklamaya da utanmadılar. İtirazları da dün reddedildi. Biz diyoruz ki ‘Hiç olmazsa itirazla çıkarlar…’”

“O GÜNDEN BERİ TÜRKİYE’NİN BİRİNCİ PARTİSİYİZ”

(Sekiz ayda üç kez Genel Başkan seçilmesi hakkında) “Şimdi birincisi bunlar başımıza boşuna gelmiyor. Ben arkadaşlara onu söyledim. Biz bu yerleşik düzenini, müesses nizamın Tekerine çomak soktuk. Yoksa bana zaman zaman çağrılar yapılıyor, ‘Git partinin başında otur…’ Buraya gelip 12’nci katta huzur içinde oturabilirsiniz, size kimse karışmıyor. Ama siz iktidarı değiştirmeye niyetlenirseniz o zaman başınıza gelmedik kalmıyor. Biz 5 Kasım kurultayında seçilirken ben şunu demiştim; ‘Nasıl 1970’lerde Cumhuriyet Halk Partisi ikisi yerel, ikisi genel dört seçimden de birinci parti çıktı. Biz de öyle yapacağız. Çıkamazsak bırakacağız.’ Salon bunun üzerine çok büyük bir reaksiyon vermişti. Sonra da o sözleri ben söyledikten beş ay sonra tam, tam bu sizin önünüzdeki sehpanın olduğu yerde bir kürsü vardı. 31 Mart akşamı ben çıktım burada. TRT’ye bir sürpriz yapacağımı söylemiştim kampanya boyunca. Dedim ki ‘TRT’ye sürprizimi açıklıyorum. 47 yıl sonra Cumhuriyet Halk Partisi, TRT ekranlarında Türkiye’nin birinci partisi’ dedim. Ve o an ilk sözümüzü tutmuş olduk. O günden sonra biz bugüne kadar bütün anketlerde birinci partiyiz, zaman zaman ikinci parti gösteren firmalar oldu - olmadı ama dokuz partinin ortalamasında birinci partimiz pozisyonumuzu koruyoruz. O günden beri başımıza gelmeyen kalmadı. Oysa biz o gün demiştik ki ‘Artık gerilimi düşürmenin, bu ülke için yerel yönetimlerde gayretle çalışmanın ama bunun yanında iktidarı anayasaya uymaya, AİHM ve AYM kararlarına uymaya davet etmenin, emekli, emekçi için hakkı almanın ve mücadele etmenin zamanıdır. Bunu yaparsa hükümet yapar, yapmazsa o zaman geçim yoksa seçim var’ diye bütünleştirmiştik. Hatta ben gittim Erdoğan’ı ziyaret ettim, o buraya geldi. Diğer parti liderlerini eksiksiz ziyaret ettik, bayramlarda aradık. Sordular, ‘Ne oluyor?’ Dedim ki ‘Normali bu.’ Adı kaldı; normalleşme. Müthiş bir toplumsal destek de vardı buna. Bazı parti içi kadrolardan itirazlar da vardı. Ama şöyle bir gerçek vardı: Parti açık bir farkla, yüzde 39 düzeyinde birinci partiydi ve insanlar gerilim istemiyorlardı. Biz de her fırsatta Gezi davası ile ilgili vurgumuzu yapıyorduk, geçimle ilgili, tematik mitingler yapıyorduk dört bir yanda. Sonra birileri Erdoğan’a dedi ki ‘Bu süreci bitir, hatta sen bitirme; bitirt.’ Bitirmenin de maliyeti var. O da süreci bitirdi; bize balta çekti, biliyorsunuz. O günden beri yani buradaki bir siyasi kişiliği gitti İstanbul’a başsavcı olarak atadı. Bir bakan yardımcısı, siyasi bir kişiliktir Erdoğan’ın kendi deyimiyle. 2 Ekim günü onu başsavcı atadı ve 9 Ekim gününden itibaren de bizim başımıza gelmeyen kalmadı. İşte 30 Ekim’de Ahmet Özer’in gözaltına alınıp, tutuklanıp, kayyum atanması ile başlayan süreci yaşıyoruz.”

“PARTİDE HERKES İKTİDAR HEDEFİNE KİLİTLENDİ”

(Parti içinde bugün nasıl bir hava olduğu hakkında) “Bu üçüncü genel Başkanlık seçimini şöyle özetleyeyim. Bunların birincisi, bizim 680’e 670 kılpayı kazandığımız kongre delegelerinin neredeyse tamamının oyuyla, yani o ikili yarışı delegeler bırakıp, ‘Bugün birlik olma günü’ deyip 6 Nisan’da seçmeleri idi. İkincisi, 21 Eylül günü yine aynı delegelerden bu sefer İstanbul’a kayyım atanınca İstanbul delegelerini ve doğal delegeleri arındırıp yaptığımız seçimdi, neredeyse tam oyla seçildik. Yaz boyunca da 2 milyon üyeye sandık koyarak geldik; mahalle, ilçe, il, kurultay delegeleri geldi; yeni delegeler. Bu sefer 1333 oyla, parti tarihinin en yüksek oyuyla beni ve parti tarihinde ilk kez bir anahtar listeyi delmeden aynı şekilde seçtiler. Ben dedim ki ‘Bu 1333 oyun üçünü kendime saymıyorum. Bu mücadele ruhuna, birlikte olma azmine. Gelen saldırılara karşı parti bir ve bütün olmalıdır. Hatta sadece kendi değil, bütün muhalefetle birlikte olmalıdır. Bu ceberrut iktidarın saldırılarına karşı arkasındayız’ dediler. Yoksa Cumhuriyet tarihinde en yüksek oyla seçilmek ne demek? Benim haddime mi? Ama şartlar öyle şartlar ve öyle olunca da şu anda partide, yani normal partide görünen; herkes aynı hedefe kilitlenmiş. İktidar ve bunun için mücadele. Ben zaten kurultay konuşmamızda dedim ki ‘Ben size güzel günler, güzel bir yoldan iktidar yürüyüşü vaat etmiyorum. Ben size acı çekmeyi ama direnmeyi, zulüm görmeyi ama teslim olmamayı vaat ediyorum. Mücadele ediyorum. Eninde sonunda da iktidar vaat ediyorum.’ Bu konuda tam bir mutabakat var, orada bir şüphe yok. Anahtar listemiz burada ve hiç delinmeden geçti. Dediğiniz gibi listemiz Türkiye İttifakı’nı temsil ediyor. Kürt demokratlar, muhafazakar demokratlar, milliyetçi demokratlar, sosyal demokratlar var. Ama hepsi CHP’nin tüzüğü ve programıyla uyumlu ve bağlı şekilde. Bambaşka da renkler var. Parti içinde eskiden mesela Sayın Kılıçdaroğlu’nun, yarıştığımız kongrede en önemli kurmayı Zeynel Emre şimdi partinin sözcüsü oldu. Yani biz o tartışmaları geride bıraktık. Parti bunu yaparken partiden ayrışıp hala bir yerde tartışan, tepişen, bir şeyler yapan, bir huzursuzluk yaratan varsa biz o işle meşgul olmayacağız artık. İşte bir arkadaşımız o günden sonra çıktı. Artık bu kurultay ortamından sonra partiye o kadar lafı, hem de partinin çıkmadığı bir televizyonda çok ağır şeyler söyleyen TGRT’de yayına katıldı. Biz de onunla yolları ayırdık. Artık bundan sonra bir bütünü tek başına enfekte etmek isteyen bir takım böyle tekil odaklarla da zaman kaybetmeyeceğiz. Onu açık söyleyeyim.”

“SENARYOYU YAZARSAN, OYUNCUYU DEĞİŞTİRİRSİN”

(İBB iddianamesinin ilk duruşması ve açıklanan tensip zaptı hakkında) “Yargılama sürecine Hazırız tabii. Biraz önce konuştuğumuz süreçlerde de biliyorsunuz, onlar partinin kapısına kayyım getirdiler, biz ertesine olağanüstü kongre koyduk. İşte 5’inde İstanbul İl Başkanlığını görevden aldılar. 12’sine İstanbul’da, 21’ine burada kongre koyduk. Hukuken yapılacak her şeyi yaparız ama bir kez artık zemin, hukuk zemini değil bir kere. Şöyle bir şey söyleyeyim. Vallahi ya ikinci ya üçüncü yargı paketiydi, yargılamalar uzuyor gidiyor. Mahkemeler kendilerine baştan bir koysun, yargılamalar öyle yıllar sürmesin. Bana desin ki ‘Ben bu işi altı ayda, yedi ayda bitireceğim, üç ayda bitireceğim’ diye savunularak tensip zaptıyla birlikte ‘Öngörülen yargılama süresi’ diye bir şey kondu. Bugün rejim ve rejimin aparatı bize diyor ki ‘Bakın iddianame boş olabilir veya yargılamanın sonunda siz beraat edecek olabilirsiniz. Benim öngördüğüm yargılama süresi 14 yıl’ diyor adam ya. Böyle bir şey olabilir mi? Şunu söylüyor, ‘Majestelerinin kuralları, hukuk sistemi var. Öyle kitapta Türk Ceza Kanununda yazana… Çünkü kendi benden iyi biliyor ki; o söylediği mesela, rüşvet suçu için rüşvetin bir alanı bir vereni ve verilen bir para lazım. Alan ‘Almadım’ diyor, veren ‘Vermedim’ diyor, bir gizli tanık ‘Gördüm’ diyor. Sonra o gizli tanık delirince o odadaki tek gizli tanık gidiyor, yerine başka bir gizli tanık geliyor. Oyuncu değiştirir gibi gizli tanık. Senaryoyu yazarsan, oyuncuyu değiştirirsin. Ama hakikate tanıklık eden gerçek kişi değişir mi ya? O adam ölürse ölür, ‘Gizli tanığım öldü’ dersin. Delirirse, ‘Gizli tanığım vardı, delirdi’ dersin. Ama ‘O odadaki gizli tanık delirdi diye değişti, ben başkasını getirdim’ diyebilir misin?”

“GİZLİ TANIK İLKE DE TANIKLIKTAN VAZGEÇMİŞ”

“Ayrıca burada ilk kez bir bilgi vereyim. Hani böyle son dakika ve Türkiye’deki kez duyulacak. Ve çok konuşulacak bir şey. Biraz önce hukukçu arkadaşlar bildirdi, sizinle paylaşayım. Hani bir gizli tanık Meşe vardı ya, o dünya kadar şey söyledi. Aslında ben iftira attı diyorum, iftira attırıldı ona. Bunlar sorularak Ekrem İmamoğlu tutuklanmıştı ya. Ekrem İmamoğlu tutuklandı, iddianame çıkınca Meşe yok. Meşe delirmiş, cozutmuş, gitmiş. Yerine İlke’yi getirmişlerdi. İlke, Meşe’nin söylediği her şeyi noktası virgülüne söylemişti ya. İlke bu ifadeden dört gün sonra yazı yollamış. ‘Bütün ifadelerimi geri çekiyorum, koruma tedbirlerini kaldırın’ diye. Yazı elimizde. Yani biz tanık Meşe’nin yerine ikame ettikleri İlke de tanıklıktan vazgeçmiş. Ama iddianame evresinde bunu bizden gizlediler. Şimdi yarından itibaren biz bunu, bu İlke’nin de tanıklıktan çekildiğini… Resmi yazısı var. Ben bunu yayından bir saat önce gördüm dedim, ‘Bu da İlke TV’ye nasipmiş.’ Hani tweet falan atmadık. Gizli tanık İlke’nin tanıktan vazgeçtiğine ilişkin belge de var elimizde. Sonrasında İlke’ye ne yaptılar, ne ettiler? Ama İlke’ye zorunlu olarak Meşe’nin dediği her şeyi dedirttikleri İlke tanıklıktan vazgeçmiş. (Bu durum iddianameyi nasıl etkiler?) Ortada bir iddianame yok. Ortada bir safsata var. Tam onu söylüyordum, bu İlke bilgisini verdim. Şimdi ben diyorum ki, ‘Bu ikisi bir şey yaptı, ben gördüm.’ Sonra ben ölüyorum diyelim. Dersin ki ‘Gören vardı ama öldü.’ O öldü ama onun yerine bu gördü diye başkasını geçiriyorlar. O da çekiliyor, çekilme belgesi çıktı. O da çekiliyor. Bakalım onun yerine ne icat edecekler.”

“İDDİANAMENİN ARKASINDA DURAMIYORLAR”

(İBB Davası’nın TRT’den canlı yayınlanmasının nedeninin iddianamenin dayanaksızlığından kaynaklanıp kaynaklanmaması hakkında) Birebir öyle. Neden? Ben çıktım, şu açıklamayı yaptım, dedim ki ‘Bunun iki sebebi olabilir. Bir, CHP’nin önerisi diye reddetmişsinizdir’ Çünkü AKP’nin öyle bir pratiği var. ‘Siz verin biz oy verelim’ dedim. Şimdiye kadar daha gelmedi. Grup Başkanvekillerimiz de teklif ediyor. Siz verin, biz kabul edelim. Ya da sebebini açıklayacaklar. Benim görüşüm, MHP gerçekten iddianame konusunda hayal kırıklığı yaşıyor. Görüyorum. Hatta Tayyip Bey de iddianamenin arkasından çekilmiş durumda. İddianame çıkmadan önce ne diyordu, ‘Ahtapot. Dünyanın en büyük yolsuzluğu. Kanıtlar çıkınca birbirinizin yüzüne bakamayacaksınız.’ Hiçbir şey çıkmadığı gibi bir sürü rezillikler de çıkınca şu anda savunamaz hale geldiler. Biz halk arasında TRT’den canlı yayın, biz TRT’den, bir kanaldan istiyoruz ama bugünkü teknik olanaklar hep mümkün biliyorsunuz, bir frekans verecekler. İsteyen bütün televizyonlar canlı versin. Nasıl isteyen TBMM’den canlı yayına geçebiliyor ya da bizim grup konuşmamızı isteyen veriyor, onun gibi isteyen kanal verecek. İnternetten verecek, herkes izleyecek. Bunu savunuyoruz. Ben iddianamenin boş olduğu ve arkasında duramadıkları için… Aksini iddia ediyorlarsa savcılarına, iddia ve güveniyorlarsa hodri meydan, yapsınlar canlı yayın millet görsün iddiaları da cevaplarını da.”

“AK PARTİLİLER BİLE ‘BU DOSYADAN BİR ŞEY ÇIKMAZ’ DİYOR”

(Uzun bir yargılama süresinin öngörülmesi hakkında) Aslında herkes neyin ne olduğunu biliyor. Rüşvetin olmadığını irtikapın olmadığını, bilmem neyin olmadığını biliyor. Bütün işi bilen hukukçular da şunu söylüyorlar. Ben şu kadarını söyleyeyim, iktidara çok yakın hatta AK Partili milletvekilleri dahil, ‘Bu dosyadan bir şey çıkmaz’ diyor. Ama bu arkadaşlar diyor ki bu yargılama 14 yıl sürecek ve bugün tensiple bir tek tahliye vermediler. Bakın, İSFALT A.Ş’nin satın alma müdürü, hanımefendi iki yılla yargılanıyor ve yaklaşık beş, altı aydır içeride. Cezasının tamamını alsa yattığı süre yetiyor, onu bile bırakmadılar. Yani şöyle diyorlar, ‘Biz kimseyi salmıyoruz, iddianamemize güvenmiyoruz, ama saray dimdik arkamızda. Biz majestelerinin, sarayın hukuk sistemini uyguluyoruz. Biz tuttukça burada tutuklu kalacaksınız.’ Hakim belki de salar. Hadi salsın göreyim. Hakim şimdi Çağlayan Adliyesi’nde mahkeme görüyor. Oğlan şuradaki okulda, kızı buradaki okulda. Eşi bir başka yerde devlet memuru. Bırakmaya kalktığında aklına bundan önceki hakimler gelecek. ‘Tutuksuz yargılama’ diyen adamı Gaziantep’e sürdüler, bu çocukların okulu ne olacak? Bu, bu sene ortaokul sonda, liseye giriş sınavına girecek, öbürü üniversiteye girecek. Bir evde geçen sene üniversiteyi kazandı. ‘Ben gidersem oradaki ev nasıl olacak, lojmandan çıkarken oradaki ev nasıl olacak, bugün burası nasıl olacak?’ Hakim güvencesi diye bir şey yok. Yani memleket öyle bir hale geldi ki arkadaşlarımızı salacak hakimi dünyanın öbür ucuna sürüyorlar. Ekrem İmamoğlu’nun lehine karar vermiş bugüne kadar sekiz hakim… Kimi ceza alırken karşı oy yazmış. Kimi savcılık mütalaasını beş kere vermiyor. Niye vermiyor? Hakim değişsin diye bekliyor. En sonunda beşincide ‘Vermiyorsan ben karar veriyorum’ diyen hakimi sürmüşler. Diploma davasında daha bir kararı yok. Ama diploma davasında senin, benim aklıma gelen sorular var ya mantıklı. O soruları YÖK’e sormuş. Demiş ki ‘Bu kişi başvurduğunda bir ilana göre mi başvurmuştur? Siz bunları alırken belgeleri alırken bu kişi tek başına mıydı, başka öğrenciler var mıydı? Kaç yıldır bu işlemi yaptınız ve kaç öğrenciye diploma verdiniz, kaçını iptal ettiniz. Şimdi sorulara bakınca, ‘eyvah’ diyor. Yani bunların içinde bir tek Ekrem İmamoğlu mu suçlu? Bunun suçu Cumhurbaşkanı adayı olmak mı? Bunları ben söylüyorum ama akıştan anlıyorsun. Daha cevabı gelmeden idare mahkemesi hakimini sürdüler. Böyle işler yani. O yüzden bir hukuk sisteminden bahsetmek mümkün değil. Majestelerinin mahkemeleri var.

“PARTİMİZİ KENAN EVREN KAPATMAYA ÇALIŞTI, HALK KAPIDAKİ ZİNCİRLERİ KIRDI”

(CHP’ye kapatma talebi ve Erdoğan’ın yeniden adaylığı) Şimdi birincisi, partinin kapatma davası mevzusu, hakikaten Türkiye’de bütün parti kapatmalar utanç verici işlerdir. Ben bunu işte ‘HDP kapatılsın, kapatılmazsa Anayasa Mahkemesi kapatılsın’ dendiğinde de böyle söylemiştim. Ondan önce Kürt siyasi hareketinin dünya kadar partisi kapatıldı. AK Parti’nin kapatma davası da yanlıştı. Nerede bir dava varsa, çünkü benim anlayışıma göre, bizim anlayışımıza göre partileri millet açar, millet kapatır; halk açar, halk kapatır. Birincisi bu. Bizim partimizi Kenan Evren kapatmaya kalktı. Halk kapıdaki zincirleri kırdı, açtı. Malını mülkünü de iade etti. Denemesi bedava. Cumhuriyet Halk Partisi demir leblebi gibidir. Öyle ısırmaya çalışanın dişini kırar. Bütün darbeciler buna tenezzül etmişlerdir. Ama bu bir tenezzül meselesidir, teşebbüs meselesidir. Sonuçlarına yapanlar katlanır.”

“BUNA KALKIŞAN TARİH ÖNÜNDE BİR POZİSYON TUTACAK”

(Hakkındaki dokunulmazlık fezlekeleri hakkında)

“Yedi kişi hakkında 10 fezleke gelmiş. Benim 50’yi geçti herhalde ama burada tabii eskiden de birikenler var. Bu son dönemde 31 - 32 tane oldu herhalde. Bir de bir ara 15 Temmuz’da birikmiş olanlar sıfırlandı, o davaları çektiler, fezlekeleri çektiler.” (Dokunulmazlıkların kaldırılması veya parti kapatılması ihtimalleri) Bunların hepsi ihtimal dahilinde olan şeyler. Ama bunlara kalkışanlar ve buna maruz kalanlar, tarih yönünde bir pozisyon tutacaklar. Ben kendi pozisyonumu tutmaya hazırım. Hodri meydan, yani denemesi bedava. Ama kapatmaya kalkanlar da tarih yönünde bir pozisyon tutacaklar. Şimdi mesela Sayın Demirtaş’ı, Figen Yüksekdağ’ı içeri atanlar, içeri atmayı savunanlar bugün şimdi ne noktalar? Parti kapatanlar, bugün ne noktada? Kayyım atayanlar ne noktadalar? Birazdan konuşuruz işte barış sürecinin yol haritasında bir, iki, üç; bu yaptıkları yanlışlardan dönmek. İlk olarak o adımları atmaları gerekiyor. O yüzden şimdi durum böyle ama bir bakıma da başka bir perspektif. Geçen gün söyledim, arkadaşlar da gülümsediler. Gazetelerde de yer aldı. Hani yukarıdan drone çekiyor ya bizim mitingleri. Öyle yükselip de aşağıda ne oluyor diye bakarsan, Türkiye’de rejim şeytan değiştiriyor. Yani bundan önce rejimin şeytanı Kürt siyasi hareketi ve onun siyasi partileriydi. Kürtlerdi, Kürt siyasetçilerdi veya onlardan oy isteyen siyasetçilerdi. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi’ni şeytanlaştıran, daha önce şeytan ilan ettiklerini artık şeytanlaştırmayı bırakıp onlarla müzakere eden ve haklarını teslim etme noktasına gelen… Ümit ediyorum öyle olur. Ama diğer taraftan da bu sefer ülkenin kurucu partisini şeytanlaştırmak ve rejimin şeytan değiştirdiği bir sistem. Buna millet sessiz kalır mı, o ayrı bir mesele.”

“ARKASINDAN DOLANMAM, BİR İŞİ YAPIYORSAM, ‘YAPIYORUM’ DERİM”

(Kent Uzlaşısı kapsamına seçilenlerin hedef alınması konusunda) “Kent Uzlaşısı davası aslında ismini DEM’in bir parti meclisi toplantısındaki bir tanımlamadan alıyor. DEM diyor ki ‘Ben seçimi kazanacağım yerde adayımı çıkaracağım, kazanamayacağım yerlerde öyle gözü kapalı kaybettirme refleksi ile aday göstermeyeceğim. AK Parti kaybetsin diye.’ ‘Belirlenecek adaylar kent suçu işlemeyecek, bütün seçmene eşit davranacak, dezavantajlı grupları görecek ve kayıracak adaylar olursa; benim seçmenimi gören ve güven veren adayları olursa kent uzlaşısında bulunabilirim’ diyor. Bizim de Türkiye İttifakı iddiasıyla ve kentlerde kent ittifaklarıyla bir niyetimiz var. Diyoruz ki ‘Aday sadece CHP’nin değil; aynı zamanda Kürt demokratların da adayıdır, muhafazakar demokratların da adayıdır. Biz belediye meclis listelerinde hepsine yer vereceğiz.’ Hatta benim yazım var, diyorum ki ‘Bazı yerlerde AK Parti’den, bazı yerlerde MHP’den, bazı yerlerde DEM’de geçmişte siyaset yapmış ve şimdi de kendi kitlesinde kanaat önderi olan oy getirebilecek isimler olacak. Bu isimlere itiraz etmeyin.’ Bazıları çünkü onu çıkarıp kendisininkini koyuyor. Benim yönetim anlayışım şu: Bir iş yapıyorsam, ‘Yapıyorum’ derim. Arkasından, berisinden dolanmam. Örneğin kurultayda anahtar liste mi çıkarıyorum… Eskiden ‘dayanışma anahtar listesi’, efendim ‘il başkanlarının anahtar listesi’, ‘halkın anahtar listesi’. Ben yazıyorum ‘Özgür Özel’in anahtar listesi.’ Tüm sorumluluğu bende kardeşim, anahtar liste benim.”

“İTTİFAKLARI KURAN DA SORUMLUSU DA BENİM”

“Kent Uzlaşısı mı, DEM’le bir şey mi görüşeceğiz? Defalarca söyledim, ‘Kimseyle uğraşmayın, sorumlusu benim ben.’ DEM’in Kent Uzlaşısı diye tarif ettiği şeyi de başka partilerle işte Manisa İttifakı’nı da Bakırköy İttifakı’nı da kuran benim. Genel Başkan olarak sorumlusu da benim. DEM Parti ile görüşerek, DEM Parti’de siyaset yapmış bir takım öne çıkan kanaat önderleri ile görüşerek onları listelerimize koyduk ve onlara belediye meclislerinde temsil imkanı verdik. Hatta bazen o kadar güçlü katkı yapanlar oldu ki. Onların belediye başkan yardımcılığını hak edecek kadar katkıları oldu. Açık söylüyorum. Tuttular, bunu aldılar ve diyorlar ki ‘DEM’in seçim kazanamayacağı yerlerde Kent Uzlaşı adı altında Kürtler listelerde aday gösterilip temsil hakkı kazanıp belediye yönetiminde de söz sahibi oldular.’ Demokrasi bu. Ben bunu yaptıysam, bunu Tuncer Bey yapabildiyse, bunu benim adayım, o belediye üyesi yaptıysa hakikaten buna demokrasi ödülü vermek lazım. Çünkü birisi o kentte dışarıda kalıyormuş. O temsil hakkı kazanmış, söz söylemiş. Ne karşılığında? Verdiği oy, temsil ettiği kitle, oradaki bu popülasyonun temsilcisi olarak yapmış. Demokrasi bu değil mi? Yoksa ‘Ben senden bir fazlayım, her şeyi ben yapayım’ dememişiz yani. Bir işbirliği yaparak da başarı elde etmişiz. Bu kadar net. Bunu kriminalleştirdiler.”

“ERDOĞAN KAYYIMIN KAİDE OLDUĞUNU KABUL EDİYOR”

“Tutuklamalar yaptılar, sonra süreç icabı geçen hafta işte 10 kişiden sekizini bıraktılar. Ama sizin dediğiniz Sayın Mehmet Ali Çalışkan mesela, Ebru Özdemir Kent Uzlaşısı davasında iddianame bekliyor. Bir diğeri Mahir Polat. O da yatacaktı, sağlığından dolayı ev hapsinde. İddianame bekliyor. Bunlar tutuklu olan ya da ev hapsinde olanlar. Ayrıca bu davadan tutuksuz olan Ekrem İmamoğlu var, iddianame bekliyor. Bu davadan tutuklu olan ama bunun yanında diğer davadan da yedeklenen Resul Emrah Şahan var mesela. Böyle bir acayip durum var. Şişli’de, Esenyurt‘ta, Ovacık‘ta bizim; 10 yerde de DEM Parti’nin kayyımları var. 13 kayyım var. Azat Barış da yurt dışında; gelse, büyük ihtimalle onu da tutuklayacaklar. Şimdi burada bir suç olmadığını artık herkes kabul ediyor. İşte sürecin içinde adımlar atılacak. Tayyip Bey ne diyor? ‘Efendim kayyımlar artık bir istisnaya dönüşecek.’ Kaide olduğunu kabul ediyor. Şu anda kaide, istisnaya dönüşecekmiş. MHP kayyımların kalkması gerektiğini söylüyor. Hatta ‘Bir an evvel iki Ahmet’ diyor Sayın Bahçeli. Geçtiğimiz haftalarda söylememişti; ‘İki Ahmet göreve dönmelidir, ardından kayyımlar…’ Oysa bundan bir yıl önce bu suçtu. İnsanlar halen daha bundan dolayı içeride. Bu meseleyi devlet kendisi açısından büyük bir mesele yapıyordu. Neden? Parti devletine dönüşmüş. AK Parti’ye kaybettiren, ‘Devlete karşı işlenmiş suçtur’ diye düşünüyorlar. Oysa AK Parti öyle bir yapı değil.”

“HEPİMİZE BİR HATIRLATMAYDI”

“Gelelim Stockholm Sendromu meselesine. Aslında o kadar doğru yere temas eden bir iştir ki boşu boşuna hiç demediklerim de buna cevap vermek zorunda kaldılar. Metin ortada. Ben metni kime yolladıysam ‘Allah Allah’ diyor. Dedim ki ‘Ayıptır söylemesi prompterdan da okudum yani.’ Şöyle bir mevzu var. Diyorum ki ‘31 Mart‘taki darbeden sonra bütün partiler büyük bir dayanışma gösterdiler, hepsine müteşekkiriz orada ve burada.’ Ayrıca diyorum ‘DEM Parti’nin Eş Genel Başkanlarının hapiste olması, Zafer Partisi’nin Genel Başkanının beş ay hapiste tutulmuş olması ve 19 Mart darbesi, bizatihi partilerden çok halkın seçme hakkına vurulmuş darbelerdir’ diyorum. Hangi siyasi partiden olursa olsun herkesi Stockholm Sendromu’na karşı uyarıyorum. ‘Celladınıza aşık olmayın’ diyorum. Ama burada bir gerçeklik var. Bir grup seçmen de insan da bu, gerçekten bir hissiyata karşılık gelip, dönüp ‘Bu DEM’e mi söyleniyor?’ Ben DEM’e söylemediğimi, DEM’in Eş Genel Başkanlarına sağ olsunlar beni aradıklarında tebrik için o zaman da söyledim, şimdi de söylüyorum, geçmişte de söyledim. Mevzunun kendisi böyle bir akış. Biraz önce de söyledim. ‘HDP kapatılmalıdır, kapatılmazsa Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır’ lafını söyleyenler, şimdi demokrat kesilince veya çözüm sürecine bir müttefik olunca, bu işten DEM tabanı bir edilgen, alıngan davrandı. Ama aslında biraz da içinde bulundukları durumun hassasiyetinden dolayı ve DEM yöneticileri de buna ben anlıyorum, hak veriyorum, canları sağ olsun. Bunun üzerinden cevap verdiler. Benim niyetim hangi siyasi partiden olursa olsun hepimize bir hatırlatmaydı. (İlişkilerinizde bir değişiklik var mı?) Hiçbir sıkıntımız yok. Şöyle söyleyeyim, bizim DEM’le ilişkileri bozma lüksümüz yok. Bu siyasi çıkarlar açısından değil. Türkiye’nin ortak geleceği, çözüm umudu, barış umudu, demokrasi umudu, bu baskılardan kurtulma, birlikte bir ortak yarına yürümek için DEM’le CHP ayrı ayrı düşemez. Hatta sandıktan ümidi olan kimse birbiriyle ayrı düşemez. Ben 19 Mart - 26 Mart arası Saraçhane’de otobüsün üstünde aynı anda hem Selahattin Demirtaş’ı, hem de Zafer Partisi’nin Genel Başkanının meselesini söyledim. İlk başlarda bunu söyleyince DEM’liler ve kitlenin geneli, bu tarafı söyleyince Zafer Partili gençler ve geneli alkışlayıp; bu kısma bunlar, bu kısma bunlar homurdanıyordu. Çünkü arada bir gerilim vardı. Ama biz ısrarla ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz. Bu bir demokrasi meselesidir. Bir partinin genel başkanı varsa öbürü buna oh diyorsa, öbürü buna oh diyorsa en tepedeki ikisine birden oh der’ diye diye biz bunu o meydanda kırdık. Önemli bir adım attık. Sayın Ümit Özdağ ile Sayın Selahattin Demirtaş taban tabana zıt olabilirler siyaseten. Ama bir gerçeklik var. Onları var eden ve var edecek şey sandıksa, önce bir sandığı kurtaracağız hep beraber. Demokrasiyi kurtaracağız. Sonra elbette yarışacağız. O zaman en sert rekabet olacak. Kimse öbürü ile kol kola durmak durumunda değil. Ama arada iki sıra başkaları olur, ama yan yana durmak durumundayız. Neye karşı? Otokrasiye karşı. (‘Cümleyi başka türlü kursaydım’ dediğiniz oldu mu?) Ben kurultay konuşmasının bütün analizlerinde çok büyük bir heyecan, çok büyük bir mücadeleye verilen destek, hem bizim kitlede, hem genel olarak muhalefette, parti kırılımlarına baktığımda da konuşmayla ilgili arada size gösterebilirim haftalık ölçtürüyoruz. DEM seçmeninde de kurultay konuşmasına çok büyük bir destek var. Ben oradaki hassasiyeti anlıyorum, canları sağ olsun arkadaşların. O hassasiyeti gösterenlerin duygusuyla, tabandaki temel duygu arasında başka bir fark var. Hak veriyorum kendilerine. Hak veriyorum ama kastın ne olduğunu ahali anladı yani.”

“HER KARARIN AYNI ŞEKİLDE VERİLMESİNE ANGAJE OLMAMAK LAZIM”

(Kürt meselesi ve barış meselesine nasıl bakıyorsunuz?) “Şimdi bir kere şöyle söyleyeyim; böyle kitabın ortasından söyleyeyim. Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelip komisyonda yer alması da önemli bir iştir. İmralı’ya gitmemesi meselesini de bir tümsek olarak görüp, ‘Yanından geçtik ama yoldayız’ demek, ‘Bu bir kavşak değildir, bir ayrılık noktası değildir’ demesi de önemlidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin İmralı’ya gitme noktasındaki kararının ‘hayır’ olması da önemli bir meseledir. Hem bundan sonra alabileceği kararlardaki rahatlık ve esneklik açısından. Hem de toplumda bazı yerlerde birikebilecek kendisine olan bir takım tepkinin yaratabileceği başka odaklanmalar yüzünden. Özellikle Avrupa’da aşırı sağın birden çok hızlı yükselmesinin sebebi -Banu Hanım varken de çok bana düşmez ama- örneğin Hristiyan demokratlarla sosyal demokratların özünde artık birbirinden üç - beş şeyde, yeşil ekonomi veya işte çevre bilinci, sezaryen, kürtaj, LGBTİ meselesi dışında çok benzer ve kalkınmada da çok belli bir noktada oldukları için çok benzer şeyler söylediklerinden, başka bir yerdeki alternatif bir başka noktaya geliyor. Türkiye’de o yüzden herkesin herkese benzemesine, herkesin her kararı aynı şekilde vermesine, ‘Gel’ deyince gelmesine, ‘Git’ deyince gitmesine bu kadar da angaje olmamak lazım. Farklı partilerin farklı yerlerde farklı şeyler söyleyip, bazen birlikte, bazen ayrı olup, sonuçta aynı doğru için gayret ediyor olmalarını da anlamak lazım. Aksi takdirde Avrupa’daki gibi birbirine çok fazla benzeşirse merkeze yakın partiler, merkezden uzak partiler anlamsız bir şekilde yukarıya çıkabiliyorlar. Bu meseleyi biraz siyaset sosyolojisi açısından da… Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi'nin varlığı; bazı konularda desteği, bazı konularda itirazı, kurucu parti olmanın verdiği muhafazakar reflekslerle, Altı Ok'tan birinin devrimcilik olmasının verdiği cesur işlerin dengesinin, Türkiye’de o tarif ettiğiniz bir takım riskli güçlenmelerin de önüne geçiyor. Bunu da görmek lazım.”

“MESELE, PARTİNİN DEĞİL HALKIN MESELESİ”

(İmamoğlu’nun adaylığı önündeki diploma engelini nasıl aşacaksınız?) “Şimdi şöyle bir gerçek var. Ekrem Başkan’ın meselesi bizim A, B, C, Z planımız. Sonuna kadar. Neden? Zaten bu iktidara yakın medya sürekli bu meseleyi kaşıyarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde bir ayrılık, gayrılık, tartışma yaratıp bu konuyu konuşmak istiyor. O yüzden biz aday belirleyeceği güne kadar, Ekrem İmamoğlu bizim adayımız. Çünkü bakın kendim partinin Genel Başkanı olarak aday olsam, doğal adayım. Türkiye siyasetinde böyle. ‘Olmayacağım’ dedim. MYK’dan bir aday belirlemedik, PM’den belirlemedik. ‘2 milyon üyemizle ön seçim yapacağız’ dedik. Bunların bu darbe girişimine karşı tüzüğümüzde de halk yoklaması vardı. ‘Danışma sandığı’ dedik, halk yoklamasının adına. 15,5 milyon kişi oy kullandı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin üyesi 2 milyon. Demek ki bütün CHP’liler gelmiş, en az 13,7 milyon dışarıdan oy var. Artık Ekrem İmamoğlu CHP’nin adayı değil. O yüzden de ben o adayı çekip, yerine başkasını koyamam. O halkın adayı. Halkın adayını adaylaştırmamayı göze alanlar, onun hesabını halka verecekler. O gün geldiğinde ben halkın adayını adaylaştıramıyorum ve oy veremiyorsam, o zaman döneceğim halka ‘Ne yapacağız arkadaşlar? Sizin adayı aldılar elimizden’ diyeceğiz. Mesele partinin meselesi değil ki halkın meselesi. Halk buna başka bir çare bulur, ne yapacak? Adayının aday olabilmesi için başka bir inisiyatif mi alacak, yoksa yeni bir aday belirlemek için yetkiyi geri mi çağıracak? Bilmiyorum yani. Çünkü partiyi aşan bir durumdayız.”

“ERDOĞAN ADAYLIK İÇİN BİZE GÜVENMESİN”

(Peki Erdoğan’ın adaylığı?) “Erdoğan’ın adaylığına şunu söylüyorum. Bizim adayımız belli, Ekrem İmamoğlu. Ama AK Parti’nin adayı kim? Tayyip Erdoğan mı? Oğlu mu? Damadı mı? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan mı? Veya bir başkası mı? Onlar adaylarını netleştirsinler. Benimki net yani. Erdoğan’ın adaylığı noktasında, zamanında yapılacak bir seçimde aday olamaz. Erken bir seçimde aday olacaksa, biz ‘Gel Kasım’da ol’ dedik, olmadı. Yeniden Refah Partisi’nin Genel Başkanı da dedi ki ‘Ya kış şimdi, martta olsa olmaz mı?’ Ona da ‘Olur’ dedik. Ondan sonra vallahi bize güvenmesin Erdoğan adaylık için. (Aritmetik olarak bulabilir miyiz hedeflediği çoğunluğu?) Bu görünüşte bulamaz. Daha doğrusu şöyle bir şey var. Ona onu buldurtanı, bu millet affetmez. Yani öyle bir tansiyon görüyorum sokakta. O yüzden Erdoğan yeniden aday olacaksa, genel siyasetle konuşmalı. Genel siyasetin talebi ne? Bugün yüzde 65 erken seçim talebi var. Erken seçim talebine cevap versin, gelsin aday olsun. ‘Yok, ben hem erken seçimden kaçacağım. İki yıl daha hak etmediğim bir yetkiyi kullanacağım.’ Çünkü millet itiraz ediyor. Sen erken seçim yaparken, bugün dediğin hiçbir şeyi aday olurken yapmadın ki. Sen dedin ki ‘Asgari ücrete yılda dört kere zam yapacağım.’ Seçildiğinden beri ara zam hiç yapmadın. ‘Emekliye ezdirmeyeceğim’ dedin. Emekliyi perişan ettin. Öbür taraftan ne söz verdiysen yerine getirmedin. Şimdi ‘Ben hala daha o yetkiyi kullanacağım’ diyorsun. Bir de arada yerel seçim olmuş, millet sandığa gitmiş, nüfusun yüzde 65’ini, ekonominin yüzde 85’ini başka bir partiye vermiş. Bu arada yola çıkmıştır herhalde Kayseri’ye gidiyor bizim TIR. 25,1 milyon kişiden erken seçim imzası toplamışım. Bunu da gitmişim özel bir heyete, işte yeminli mali müşavirlere saydırmışım, tescil etmişim. TIR’da, isteyen gelsin saysın. Bir de veri gizliliği açısından da kişilere garanti vermişim, ben bunu Erdoğan’ın kendine vermeyeceğim ama isteyen bağımsız kuruluşlara denetleteceğim diye. 25 milyon da erken seçim imzam elimde. Gelsin yapalım erken seçimi, martta - nisanda ne zaman diyorsa. (O zaman aday olamıyor. Bir yıl öncesinde.) Aday olabiliyor. Erken seçimde oluyor.”

“BENİM GÖREVİM, EN DOĞRU ADAYI BELİRLEMEK”

(Eğer toplum sizden aday olmanızı isterse olur musunuz?) “Hayır, benim öyle bir şey yapma lüksüm yok. Benim görevim, en doğru adayı belirlemek. Yani ‘En doğru aday siz olur musunuz?’ derseniz o da benim belirleyeceğim bir şey değil. Bu binanın 12’nci katı Genel Başkanlık katı. Ben o kata girdiğimde önce bir kalabalık girdik, sonra herkes çıktı ben bir başıma kaldım böyle ayakta. Böyle baktım karşıda şey duruyor, makam masası ve sandalyesi falan. Oraya gitmeden ve oturmadan önce kendi kendime bir söz verdim. Dedim ki; ‘Kızımın geleceği için’ dedim. ‘Kızımın geleceği için. Bana kim ne gaz verirse versin, adaylığa yeltenip de kazanacak bir adayın önüne geçmeyeceğim, bu Erdoğan’ı kim yenecekse onu aday edeceğim’ diye kendi kendime söz verdim. O yüzden Ekrem Başkan’ın adaylığı dediğim gibi milletin adaylığı, ona biz karışamayız. Ama günü geldiğinde ben yeniden bir aday konusunda tasarruf göstereceksem; o kendim değil, seçimi kazanacak en doğru aday noktasında olur. Onu da hakla birlikte yaparız.”

“BİZ BU DUYGUNUN İNSANIYIZ, PARTİSİYİZ”

(Partisinin İmralı’ya giden heyette yer almaması ve sürecin akamete uğramaması için neler yapılacağı konusunda) “Şimdi bu süreç geçen sene 1 Ekim’de Sayın Bahçeli’nin sembolik adımları, selamlaşması ile başladı. O güne kadar biz DEM Parti ile selamlaşıyor, bayramlaşıyoruz; yerel seçimlerde aynı veya genel seçimlerde aynı sandıklarda, aynı adaylarda buluşabiliyoruz diye; hatta bunlardan çok önce sırf merhabalaşıyoruz diye bize etmedikleri laf kalmıyordu. O gün Sayın Bahçeli gittiğinde bana böyle 16 tane mikrofonu birden tuttular. Orada benim diyeceğim laf belli normal şartlarda. ‘Hani biz teröristtik. Hani eli kanlı elleri gidip tutuyorduk…’ Hiç öyle bir şey demedim. Dedim ki ‘Bu sefer doğrusunu yapmıştır. Sayın Bahçeli’nin selamlaşması kıymetlidir, doğru olan, normali budur’ dedim. Benim için de sürprizdi yani. Böyle oturuyoruz. 10 dakika sonra 16 tane mikrofona ‘Bu doğru’ dedim. Ben ve partim bu yaklaşımın, bu duygunun partisi ve insanıyız biz. Çünkü orada bir siyasi parti var. Demokratik siyasetin çalıştırdığı, ürettiği, seçtiği, getirdiği temsilciler var. Bir kere bunu öyle görmek lazım. İkincisi, ardından Sayın Bahçeli herhalde bundan üç salı sonra Meclis’te bir konuşma yaptı. Konuşmasında bildiğiniz işte sürecin önünü açan sözleri söyledi. 35 dakika sonra da benim grup konuşmam var. Orada ben dedim ki… Hatta biraz istismar da ettiler sonra onu. Ben dedim ki ‘Sayın Bahçeli madem böyle diyor. Ben de Kürtlerin, her Kürt’ün kendini ait hissedeceği bir Cumhuriyet vaat ediyorum. ‘Bu devlet benim de devletimdir’ diyeceği bir devlet vaat ediyorum.’ Bunu deyince bir takım gruplar ‘Özgür Özel işte toprak verecekmiş, filan…’ Ben ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni benim devletim diye hissedebileceği bir devlet vaat ediyorum, bunu yapalım’ dedim. Zaten ilk grup konuşmamda da Genel Başkan olduktan sonra, şöyle başlamıştım… ‘Kimin yanında duracağız…) (‘El yükseltiyorum’ demiştiniz?) ‘Devlet Bey’den sonra el yükseltiyoruz’ demiştim. Ben Genel Başkan seçildikten sonra ilk grup konuşmamda da şunu demiştim: ‘Türkiye’de Kürt sorunu vardır, Alevi sorunu vardır.’ O sırada AK Parti de, MHP de ‘Böyle bir sorun yoktur’ diyorlar. ‘Bitti. Biz o sorunu çözdük. Türkiye’de terör sorunu vardır’ diyorlardı. Benim tanımım şuydu: ‘Son Kürt, ‘Sorunum var’ diyorsa, Kürt sorunu vardır, çözülmelidir. Son Alevi ‘Sorunum kalmadı’ diyene kadar Alevilerin sorunu vardır, çözülmelidir. Eşit yurttaşlık çerçevesi içinde her türlü yasal düzenleme yapılarak bu konunun üzerine gidilmelidir’ diye hep söyledik. ‘Bunun yanında uygulamada bir çok aksaklıklar da derhal giderilmelidir’ diye. Çünkü yasa düzgün, düzgün uygulamıyorlar.”

“TARİHSEL SORUMLULUK İÇİNDE BARIŞI SAVUNUYORUZ”

“Şimdi bundan sonra bir süreç başladı ve biz de takip ettik. Biz sürekli zaten Meclis Komisyonu fikrinin sahibi bir siyasi parti olarak, bu konuda tarihsel tutarlılığı olan, dünya örneklerinde de bunun başarılı olduğunu gören ve buna inanan bir parti olarak Meclis Komisyonu’na vurgu yaptık, çağrı yaptık. Bir süre sonra işte çeşitli partiler de bunu söylediler. ‘Yok, 100 kişilik komisyon’ dedi Devlet Bey, bir başkası başka şey söyledi. Biz hiçbir siyasi partinin, mesela ‘Sadece grubu bulunan partiler’ dediler. Biz bunu kabul etmedik. ‘Bütün siyasi partilerden en az bir temsilci olmalıdır’ dedik. Bir yolu bulundu ve bugünkü kompozisyon çıktı. Bugünkü kompozisyon çıkarken de hatırlıyorsunuz ‘Yok, nitelikli çoğunluk - basit çoğunluk…’ ‘Seyahat gibi kararlar basit çoğunlukla olabilir. Önemli kararlar nitelikli çoğunluk olsun’ dedik. Bir sürü konuda mücadelemizi verdik ve buraya kadar geldik. Biz bu komisyona girerken hem çözüm vaat ettik, hem de toplumun kırılgan kesimlerine; bu meseleden rahatsızlık duyan, geçen sözüm sürecine çok ciddi şekilde reaksiyon göstermiş kesimlerine de dedik ki ‘Siz CHP’nin olduğu değil, olmadığı komisyondan korkun. Biz orada hepinizin güvencesiyiz. Şehit ailelerinin, gazilerin.’ Hatta ben bunu şöyle de formülize etmiştim. Oradan da bir anı anlatayım size, ilginizi çekecektir. Demiştim ki ‘Şehit ailelerinin, gazilerin, gözüne bakamayacağımız, onlara hesap veremeyeceğimiz bir işin de içinde olmayız.’ Rahmetli Sırrı Süreyya Önder, çok da sevdiğim bir dostumdu, abimdi. Bana dedi ki ‘Ya gardaş bazen onun suratına bakamazsın da oğlunun suratına bakarsın. Yoksa onun da oğlu şehit olacak.’ Dedim ki ‘Bak mesele öyle değil. Sen de haklısın ama mesele öyle değil.’ Çünkü ben şehit, gazi derneklerine gidiyorum. Bir sürü dernekte benim ilgili genel başkan yardımcılarıma, benim gittiğim üç dernekte diyorlar ki ‘Biz yandık, başkası yanmasın. Tamam, çözüm olsun ama geçen seferki gibi kimse bizi kandırmasın, kimse bizi aldatmasın. Bizimle de konuşulsun.’ Biz, şehit ailelerinin, gazilerin gelip burada dinlenmesini de istedik. Ayrıca onlar Ankara’ya geldiğinde onlar da siyasi parti ziyaret etti, ben de gittim onları ziyaret ettim. Onlar da takip etmeye devam ediyorlar süreci. Bizim bu süreçte böyle partinin hangi kitleyi temsil ettiğini bilen, tarihsel sorumluluğunu bilen; ama sol, sosyal demokrat bir parti olarak barışı savunma sorumluluğunu bilen; Türkiye’nin savaşa değil, barışa bütçe ayırdığında neler yapabileceğini bilen bir yerden de cesaretle burada duruyoruz. Burada bir sıkıntı yok. Çünkü burada çok kolay bir siyaset alanı var. AK Parti ve MHP yıllarca bize ‘terörist’ demiş. AK Parti, MHP, DEM’i bir tarafta bırakıp karşısına geçip sert bir siyasetin bu kadar milliyetçi reflekslerin yüksek olduğu bir yerde pragmatist bir getirisi var ama bu bize yakışmaz. Biz bunu yapamayız, yapmamız doğru değil.”

“29 MADDELİK PAKETİN ÇOK GELİŞMİŞ HALİ ÇALIŞILIYOR”

(İktidarda olması halinde CHP’nin süreci nasıl yöneteceğinin sorulması üzerine) “AK Parti ve MHP’nin yaptığından çok daha şeffaf, çok daha açık, çok daha katılımcı, çok daha demokratik bir şekilde yürütürdük. Biz bu komisyonu hep savunduk. Komisyona giderken de bir; komisyonun çalışma esaslarını en kapsamlı öneren parti biziz. Hatta bize ‘Boşuna kurucu parti değil, buna bile bu kadar hassas bir hazırlık var’ dediler. Komisyonda olsa her durumda nasıl bir hukuk işletileceğine dair gerçekten iyi bir şey hazırladık. Sayın Murat Emir ve arkadaşlarımız gittiler, onu götürdüler. Bayağı da iş görüyor. Sonrasında komisyona biz 29 maddelik bir demokratikleşme paketi sunduk. Şimdi de yanımda o. O paketin çok gelişmiş bir halini çalışıyoruz, pazar ya da pazartesi günü teslim edilecek. Paketi ben bize gelen heyetlere, diğer siyasi partilere anlattığımda da ‘İşte iyi, CHP bu katkıları vermeli’ diyorlardı. Şimdi o paket, 29 maddelik; 10 - 12 sayfalık paketin örneğin burada o siyah kısımlarının üzerine bu kırmızı kısımlar, sarı kısımlar ve yeşil kısımlarla her biri işte komisyon çalışmalarından sonra lüzumlu gördüğümüz ilaveler, kendi arkadaşlarımızın yaptıkları ya da mevcut yasal düzenleme konusundaki önerilerinizle… Şurada da altı sayfası var, sürekli güncelleniyor. Ben de bir yandan takip ediyorum. Şu ana kadar 43, altı daha; 49 sayfalık çok kapsamlı bir rapora dönüştü. Daha da pazartesi gününe kadar bunun üzerinde çalışıyoruz. Biz bu meseleye kalıcı, samimi, böyle faydacı ama hepimizin faydasına, ülkenin faydasına bir çözüm öneriyoruz. Yazılacak olan raporda da mümkün olan en geniş mutabakatın sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.”

“AK PARTİ MÜTEMADİYEN AYAK DİREDİ, SADECE DİNLEDİ”

“Komisyon çalışmalarında yalnız şunu ifade etmek durumundayım: Komisyonun sadece bir dinleme komisyonuna dönmesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mütemadiyen ayak sürmesi ile olmuştur. Komisyonun bu kadar uzaması… Yani komisyon 31 Aralık’a kadar neler yapacaktı? Daha dinlemeler yeni bitti. (Oyalandı diye mi düşünüyorsunuz?) Öyle düşünüyorum. Bir çok arkadaşım da öyle düşünüyor. Hatta şu kadarını söyleyeyim. Komisyondaki bu ayak sürüme konusunda MHP’nin de DEM’in de CHP’nin de bütün siyasi partilerin bir tespiti var ama kimse bir bütüne zarar vermemek adına bunu böyle açıkça söylemiyor. Türkiye’de bir iktidar partisisin, Milli İstihbarat Teşkilatı sana bağlı. Gidiyor, konuşuyor, geliyor. Senin adına gidiyor, konuşuyor, geliyor. İbrahim Kalın, ki saygı duyuyorum emeklerine kendisinin, Recep Tayyip Erdoğan’dan gizli bir şey yapmıyor. Devlet iktidar partisinden gizli bir iş yapabilir mi? Devlet dediğin binalardan ibaret bir şeydir. Sen görevlendirirsin; gider, gelir. Bir süreç var ve bu sürecin 1,5 - iki yıllık geçmişi var. Suriye meselesinden sonra öncelenmesi gereken bir durum var. İsrail’in pozisyonu var. İngiltere ve istihbaratı, Amerika ve istihbaratı, Suriye ve Suriye’nin gerçeklikleri var. Burada gerçekten Türkiye’nin ortak geleceği için cesaretle ve kararlılık, hızla atılması gereken adımlar var. Ben Türkiye’deki Kürtler için de Suriye’deki Kürtler için sağlık ve barış diliyorum. Ölmemelerini istiyorum ilk önce. Sonra barış içinde ve sağlıklı yaşamalarını istiyorum.”

“GÜÇLÜ ORTA DOĞU’DA KÜRTLER VE TÜRKLER KAZANIR”

“Suriye’deki Kürtlerin oradaki Dürzülerle, Araplarla, Türkmenlerle birlikte anayasal bir güvenceye sahip olmasını; sınırın bu tarafında ve bu tarafındaki akraba Kürtlerin de Türkiye’nin ve Suriye’nin istikrarlı, ortak iyi geleceklerini teminatı olmalarını istiyorum. Bunun için atılacak her adım, yarın - öbür gün Türk’ün de Kürt’ün de çocuğunun karnını doyuracak, milli gelirini de yükseltecek, iş de bulunacak. Hatta şöyle bir imkan da var: Cumhuriyet Halk Partisi ve DEM bölgenin Baas rejimlerinin çökmesinden sonra seküler iki partisiyiz biz. Orta Doğu’da artık öyle ihvandır, Müslüman kardeşlerdir değil; başka bir değerin yükselmesine talep var. Orada da Türkiye iyi örnek. Ben hani ‘Türkiye’den oraya sekülerizm ihraç edeceğiz’ falan demiyorum. Ama DEM’in ve CHP’nin varlığı ve Suriye’yle Türkiye’nin barışı Suriye’de öyle selefi grupların değil de demokratik bir anayasanın varoluşu ve ;oradaki onca Kürt’ün bütün varlıklarıyla anayasal düzene destek oluşu, üretmesi, kazanması, Türkiye ile birlikte Orta Doğu’nun sömürülen ya da savaştırılıp, her iki tarafa da savaş satılan ve petrolü sömürülen bir coğrafya yerine kendi varlıklarıyla; hem doğal varlıklarıyla, hem insan varlıklarıyla kalkınan, kazanan ve dünyada gerçekten güçlü aktör olan bir yapıya dönüşebilir. Orta Doğu’daki bu güçlenmenin en büyük kazananı da Kürtlerle Türkler olacaktır. Hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsun.”

“SURİYE’DE DEMOKRATİK BİR ANAYASA OLMALI”

(Demokratik entegrasyon Suriye’de nasıl olacak? CHP net olarak SDG ile görüşmeye ne diyor?) “Bu konuda bir vaka bazında AK Parti’nin tutumunu özetleyeyim. AK Partili çok önemli bir isim bu sürecin içinde olanlardan. ‘Ya İmralı’ya siz de gelin. Zaten video olmayacak, fotoğraf olmayacak, oraya helikopterle gidilecek, gidileceği gün belli olmayacak. Döndükten birkaç gün sonra ilan edilecek. Hatta istiyorsanız verin birini, giden de belli olmasın. Kimin gittiğini de gizleriz.’ ‘Yahu gitmiş mi olacaksınız? dedim. Dedi ‘Ya ne olacak’ falan. Dedim ki ‘Biz gideceksek, gitmeye karar verirsek fotoğraftan da videodan da çekinmeyiz. Bir şeyi hem yapıp hem milletten gizlemek, -miş gibi yapmak falan bunlar doğru işler değil. Biz böyle işler yapamayız. Bizim siyasetimiz böyle değil’ dedim. Burada şuna da zarar vermek istemem. Yani şimdi bugün Sayın Pervin Buldan ve Devlet Bahçeli bir açıklama yaptı. Pervin Buldan önemli bir takım açıklama yaptı. Devlet Bey de ‘Her satırının altına imza atıyorum’ dedi. O görüşme ne oldu bilmiyorum. Salı günü de, bunu da burada ilk kez bugün söyleyeceğiz. Heyet bizden de randevu istedi. Salı günü 12’de heyet bizi de ziyaret edecek. Pervin Hanım ve üç kişilik heyet Cumhuriyet Halk Partisi’ne gelecekler. O yüzden bu mevzularda hani çok böyle bambaşka şeyler söyleyip de bugün Pervin Hanım ‘Çok önemli bir şey yaptık, ikinci aşamaya geçtik’, Devlet Bey de ‘Her kelimesine imza atıyorum’ dedikten sonra, oraya böyle söyleyeceğim söz sonuçta bir gazeteci yorumu gibi değil bir siyasi partinin genel başkanı olduğumu takdir edersiniz. Ama şöyle bir gerçeklik var. Suriye’de o ‘İçine katılsın’ dedikleri ordudan çok daha büyük bir silahlı güç var. Kim kime katılıyor? Öyle bir durum ortada birincisi. İkincisi; efendim orada bir yapı var, ayrılsınlar tek tek gidip buraya katılsınlar falan. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Kim kiminle ne konuşuyor yani? Ciddiyete davet eder insan. Bu ciddiyete davet edilmesi gereken bir noktada yani. Hani şunu diyebilirsiniz ‘Biz SDG dağıtılsın istiyoruz, bayrak indirsin bilmem ne yapsın, kabul etmiyoruz. Yoksa operasyon.’ Bu, tercih edecekseniz, bir yaklaşımdır, dildir, bilmem nedir. Ya da derseniz ki, mesela ben diyorum ki; ‘Suriye’de yeni bir durum ortaya çıktı. Bundan önceki durumdaki yapılar sen terör örgütü dersin, öbürü bilmem ne der falan. Şu anda Suriye’de Kürtler var, Araplar var, Dürziler var, Aleviler var, Sünni Araplar var, Alevi Araplar var. Bu durumda bunların her birinin varlığını gören bir demokratik anayasa lazım. Orada bir inisiyatif olacaksa Türkiye, buna katkı için inisiyatif almalı. Hatta buna uluslararası kuruluşları dahil ve davet etmeli. Orada demokratik bir anayasa olmalı. O demokratik anayasa çerçevesinde bir ordu oluşacaksa nasıl olacağı, şu andaki silah unsurların o orduda nasıl yer alacağı doğru bir şekilde tarif edilir, hakkaniyetli bir şekilde tarif edilir. Hem adil, hem de orada bir devlet oluşuyorsa zaten artık o devletin içinde terör örgütleri ittifakından falan bahsedemezsin. Birisi oraya terör örgütü, birisi öbürüne cihatçı örgüt bilmem ne derse oradan devlet çıkmaz. Şu an Suriye’nin realitesini görüp, Suriye’nin realitesinde bir anayasal devlet inşa edip, orada bir stabiliteye, bundan sonraki süreç için artık bir hep birlikte yaşama, hep birlikte var olma ve hep birlikte savunma iradesini koymak. Biz de bu devlete dostluk edelim diyoruz, komşuluk edelim diyoruz. (Türkiye’nin üst düzey yetkilileri görüşmeler yapıyordu. Aynı yetkililer SDG ile de görüşse olmaz mı? Siz şayet bu süreci yönetiyor olsaydınız görüşür müydünüz?) “Görüşüyorlardı zaten, görüşmeden buralara gelinmez.”

“AK PARTİ’DE FİDAN BAŞKA BİR ŞEYİ TEMSİL EDİYOR, KALIN BAŞKA BİR ŞEYİ”

(İktidarın kullandığı dilin ne olması gerektiğini düşünüyorsunuz?) “Tek dilli bir iktidar yok. Vallahi İbrahim Kalın’da öyle bir dil yok, Hakan Fidan’da öyle bir dil var. Hakan Fidan AK Parti’de başka bir şey temsil ediyor, İbrahim Kalın başka bir şeyi temsil ediyor. Hatta damat başka bir şeyi, Bilal Erdoğan başka bir şeyi temsil ediyor. Attıkları her adımda, kurdukları içeride ve dışarıda parti içinde, parti dışında, ülke dışındaki ittifakta Erdoğan sonrasının hesapları var. O yüzden yani sorunuza samimi cevabım bu. Yoksa öyle Türkiye’nin dili, ne onun dili ne onun dili. Zaten Türkiye’nin muhataplarının kafasının karışması da öyle. Bir gün öyle bir gün böyle bir gün bilmem ne falan. Bu meselede de Sayın Davutoğlu’nun yaklaşımında bir mahsur yok. Şundan da bir mahsur yok. AK Parti’nin bugünkü tavrı yani ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ veya -mış gibi yapmak, görüşüp de ‘Görüşmedim’, konuşup da ‘Konuşmadım’ demek, Ada’ya gidip de ‘Gitmedim, röntgen çektirdim’ demek hep aynı mesele. Geçen gün bir anket gösterdi arkadaşlar. AK Parti seçmeninin yüzde 40’ı İmralı‘ya gidilme meselesini biliyor. Yüzde 25’i AK Parti’nin İmralı‘ya gittiğini düşünüyor. Kendi seçmeninden utanan, çekinen, kendi yaptığı işi seçmeninden gizlemeye çalışan… Mesela Sayın Erdoğan kalksa İstanbul’da Eyüp Sultan türbesini ziyaret etse, 16 kanal birden yayında veriyor. S400’ler Rusya’dan kalkıp Türkiye’ye gelirken, haritada takip ediyorsun. Ya İmralı Adası’na heyet gidiyor. Heyet gizli. Giden gizli. ‘Gitmiyorum’ diyene ‘Niye gitmiyorsun?’ diye hesap soruyorlar. ‘Gidiyorum’ diyen gittiğinden utanıyor. Böyle acayip bir ikircikli, tuhaf bir durum var. Bu AK Parti’nin yönetme kapasitesini kaybettiğini gösteriyor. Yani yönetmiyor, yapmıyor veya yapsa da sorumluluğunu almamak istiyor falan. Bu kadar belli. Samimi değil yani. Müzakere ve diyalog meselesinde de Türkiye’nin Suriye gibi yerde, Esat kaçmış gitmiş. Orada yapılar var. Kendi haline bırakırsan iç savaş olur. Bu sana yaramaz. İsrail gelir orada bir hakimiyet kurar. Bu sana hiç yaramaz. Orada yeniden vesayet savaşları başlar. Birisi birini, birisi birini silahlandırır. Bu sana yaramaz. Bu kadar kevgir gibi sınırlar varken göç dalgası sana yaramaz, çatışma olursa. Oradan bazı silahlı unsurların Türkiye’ye gelmesi sana yaramaz. Senin oranın bir an önce istikrara kavuşmasını sağlaman lazım. Bunun için de Türkiye’nin inisiyatif alması lazım. Şara gibi, yani ben Şara’yı şimdi İngiltere diyor ki ‘Biz onu yetiştirip bugünlere hazırladık. Aslında onun eski hali roldü, gerçek hali bu. Kravatı gerçek, orada rol yapıyordu’ falan. Nedir bilmiyorum ama o zamanında dünyanın en çok sentetik uyuşturucu üretilen 16 tane selefi örgütünün bir arada yaşadığı yerden bunlar bütün Suriye’ye dağıldılar. Sen bunları muhatap alıyorsun da, kafayı kesen bunlar, metamfetamin üreten bunlar, bütün dünyayı zehirleyen bunlar. Bunlardan birinin hepsine hakim olduğunu ve aslında bunun İngiliz istihbaratı tarafından bugünler için özel yetiştirildiğini, senin de muteber birisi olduğunu kabul ediyorsun. Muhatap kabul ediyorsun. Öbür taraftan aslında muhatap kabul edip görüştüğün, onu gizlemeye, ‘Efendim şöyle olmadı böyle olmadı.’ Bugün başka bir dil kuruyorsun falan. Türkiye’nin bütün taraflarla bir kez daha söyleyeceğim; oradaki Nusayrilerin, her an katliamla karşı karşıya olan Arap Alevilerinin, Türkiye’deki akrabalarının ruh durumlarını da düşünerek. Bir kere en basitinden oradan bağlıyız. Kürt kardeşlerimizin, Türkiye’deki Kürtlerin kardeşleri birkaç kilometre ötesinde yaşıyorlar. Oradan bağlıyız. Bırak sen diğer yapıları. Ama bir yandan da ‘Araplara ne kadar önem veriyorsun?’ Bizim de Türkiye’de 6,5 milyon Arap yurttaşımız var. 6,5 milyon Arap yurttaşımızın akrabaları ile de gönülden bağlıyız. Sen bütün yapıları da Türkiye olarak alıp, oturtup, uzlaştırıp. Türkiye ev sahipliği yapabilir, hiçbir itirazım yok. Ama buraya uluslararası kuruluşları dahil edip, onlarla birlikte -ki buraya Suriye’nin istikrarı, bütün Avrupa Birliği’ni için- hepsinin ödleri kopuyor 20 tane sığınmacı gelecek diye, 5,5 milyon sığınmacıyı biz tuttuk oraya gitmediler bilmem ne. O yüzden onların da taşın altına ellerini koymasını sağlayıp, Suriye’de bir kalıcı çözüme ihtiyaç var. Suriye’nin barışı, Türkiye’nin barışına, Türkiye’nin barışı Suriye’nin barışına da katkı sağlar. İki tarafın birden barışı, Türkiye’nin yüzyılının ikinci çeyreğinde gerçekten uzay mekiği gibi hızla ekonomik olarak da demokratik olarak da ileri gitmesini sağlar. Yeter ki herkes bu meselede üzerinde düşeni yapsın.”

“BÖYLE BİR SÜREÇ OLMADAN ÇÖZÜLEMEYECEĞİNİ BİLİYORUZ”

(Silah bırakanların dönüşü konusunda AK Parti ve MHP’de netlik olmadığı konusunda) İki yönlü cevap vereyim. Bir, olumsuz yönden cevap vereyim. Bu işin buraya geleceği belliydi. Şimdi aynı resme bakıp farklı tarif yapıyorlar. Bir kere ben rahmetli Sırrı Süreyya ile ilk bu konuları konuştuğumuzda, ilk ziyaretlerinde dedim ki ‘AK Parti‘ye ve MHP’ye bakarsan diyorlar ki ‘Kayıtsız şartsız silah bırakılacak, terör bitecek, bu kadar.’ Sen de diyorsun ki ‘Demokrasi olacak, şu olacak, bu olacak bu kadar.’ Dedi ki ‘Gardaş geçen sefer ‘önce çözüm, sonra barış’ dedik. Bu sefer de ‘önce barış, sonra çözüm’ diyoruz’ dedi. Dedim ki ‘Abi olmaz ki, olur mu?’ ‘Vallahi senin yerinde olsam ben de senin sorduğun soruyu sorardım. Ama sen de benim yerimde olsan 40 yıldır olan bu meseleye bir çözüm umudu varsa, bir el uzattılarsa o eli tutardın’ dedi. Dedim ‘Tamam.’ Şimdi geldiğimiz noktada aynı resme bakıp farklı tarif. Bir kere böyle bir süreç, ön görüşmeler, hani bu prenegotiation; sonra müzakereler, karşılıklı güven artırıcı adımlar, bir takım ön hazırlıklar, kamuoyu bilgilendirmesi, toplumsal desteğin sağlanması, yasal düzenlemeler, geçiş süreci. Böyle bir süreç olmadan bu işin çözülmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Böyle bir süreci devletin belli unsurlarını, bir evrelerini tükettiğini de hepimiz biliyoruz. İlk başta ben bunu söyleyince kızıyorlardı bana. ‘Öyle bir şey yok, öyle bir şey yok.’ Öyle bir şey var. Öyle bir şey olmadan buralara gelemezsin. Bu işlerin yol alış biçiminin bu olduğunu biliyoruz.”

“DEVLET BEY O SÖZÜN TUTULDUĞUNU SÖYLÜYOR”

“Şimdi de biliyoruz ki belli bir süredir yol alınmış. Ama işte birtakım siyasi kaygılarla kendi seçmen gruplarına, ‘Arkadaşlar bu işte kayıtsız şartsız silah bırakma var, başka bir şey yok. Silahlar bırakılacak, bu iş bitecek.’ Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Sorsanız çocuklar bilir. Böyle yaparsanız, buraya gelir ve tıkanır bu işi. (Aslında bir takım ayrıntıları konuşulmuş?) Elbette var, konuşulmuş, olmuş, bitmiş. Ama halktan gizleniyor. Açık söyleyeyim: Böyle bir sürecin bir çok evresini devlet konuşmadan, planlamadan, karşılıklı mutabakata varmadan gidip de siyasi partilere, ülkeyi yönetene, ittifak ortaklarına ‘Biz hazırız, siyasi irade gösterin’ demez. Kimse de gidip bu muhataplık ilişkisine girmez. Bu belli bir noktaya kadar gelmiş. Bunun en önemli kuralını ihlal ettiler, ilk baştan beri. Halka karşı açık olup, halka izah edemeyeceğin birtakım şeyleri gizli tutmamak lazım. Baştan anlatacaksın. Bunun toplumsal desteğini sağlamak lazım. Şunu denediler: ‘Hayır hiçbir şey yok, hiçbir şey konuşulmadı. Kayıtsız şartsız silah bırakacaklar, terör bitecek.’ Tam olarak böyle olmadığı görülüyor işte şimdi. Komisyona yapılan sunumlardan da sayın devlet yetkililerinin gelip partileri bilgilendirmesinden de. Her iki tarafın da bildiği bir gerçeklik bu. Şimdi bu iş gelip burada tıkandı gibi görünüyor ama bu negatif yönden. Böyle yapmamaları lazım. Yapınca ‘O buraya bunu yazıyor, bu buraya bunu yazıyor’ diyor. Pozitif yönden de şunu söyleyeyim: Bunu bu şekilde AK Parti ile MHP’nin yazmasında bir mahsur yok. Bize de zaten ilk geldiğinde İmralı heyeti de DEM heyeti de geldiğinde demişlerdi ki ‘İmralı bütün inisiyatif eline alarak mutlak bir silahsızlanmayı, silah bırakmayı sağlayacak. Bu konuda çok kararlı. Kimse dediğini, sözünü tutmasa o tutacak.’ Devlet Bey de bugün o sözün tutulduğunu ve devletin adımlar atması gerektiğini söylüyor. O zaman bu iş bu şekilde çözülür.”

“BARIŞ KADAR BÜYÜK BİR KAZANÇ OLABİLİR Mİ?”

“Ama buradan ben bir şey görüyorum: Bu işi Türkiye’de demokratikleşme adımlarına atmadan, yani terör sorununu, terörü bitirip, Kürt sorununu belli boyutlarıyla çözüp, demokrasi sorununu hatta bu otoriter rejimi bütün imkanlarıyla elde tutarak devam etmek istiyor birileri. Benim de buna itirazım var. Bunu şu açıdan söylüyorum. (Raporunuzda özel yasa var mı?) Özel yasayı yazma işi benim işim değil. Çünkü ben dediğiniz kadar yazabilirim yani. Benim MİT’im yok, askerim yok. Ben kaç mağara var, bilmem kaç silah bırakılacak, ne olacak, ne bitecek bilmem. Onu getirecekler, cesaretle önümüze koyacaklar; ‘Böyle, böyle olacak. Devletimiz bunu çalıştı’ diyecekler. Şöyle bir noktaya geldi: Bunu komisyonda konuşmak yerine komisyonun bir rapor yazması. (İlgili komisyonda demek istedim; adalet komisyonu vs.) Aslında ilk yola çıkılırken bu komisyonda konuşulacaktı birçok somut şey. Ama şimdi bu komisyonu bir dinleme, hani oluyor ya dilek ve öneriler kapanış kısmında yapıp işi öbür komisyonlara atmak. Ama ben şunu biliyorum ki devlet zaten bu konuda çeşitli yüksek yargı mercilerinden kişileri, 1,5 yıldır çalıştırıyor. Ben söylendiğinde söyledim. Önce bana kızdılar, şimdi herkes kabul ediyor bunu. Bir takım hazırlıklar var. Burada incitmeden; böyle dediğim gibi şehit ailelerini, gazileri incitmeden, varsa zorluklar hep birlikte bu konuları konuşarak, toplumda beklentisi olan tüm kesimleri doğru şekilde ikna ederek, dahil ederek ve sonundaki büyük kazancı iyi anlatarak…. Yani bu işin sonunda… Barış kadar büyük bir kazanç olabilir mi?”

“BU İŞİN GÜVENCESİ OLMAK İÇİN İKTİDAR OLMAM LAZIM”

(CHP’nin bu işin güvencesi olup olmadığı) “Ben bu işin güvencesi olmak isterim de önce iktidar olmam lazım. Bir kez daha Sırrı Süreyya Önder’den Allah gani gani rahmet eylesin. Dedi ki ‘Ya bu Akın Gürlek öyle bir adam ki. Bir baktım, bana Nevruz’da konuşmamdan ceza veriyor. Kürsüye gittim’ dedi. Tutuksuz yargılanıyor sırada. ‘Bana bundan ceza verme’ demiş. ‘‘Niye?’ dedi’ dedi, ‘Bundan verirsen bir daha öyle adaya yollayacak adam, barış için bildiri okuyacak adam bulamazsınız kardeşim. Devletin hatırı için yapma, başka bir şeyden iki katını ver’ dedim’ diyor. ‘Hiç acımadı, verdiği cezayı’ diyor. (Sonra gene gitti) Gitti işte, öyle bir adamdı. Orada her şeye rağmen yatıp, yatıp giden birisi var. Veya halen daha içeride yatan insanlar var. Öbür taraftan o Akın Gürlek’i getirip halen daha adalet cellatlığı yapan bir anlayış. Ondan ben nasıl sürecin sigortası olayım, garantörü olayım, bilmem nesi olayım?”

“VATANDAŞIN HİZMET ALMASI İÇİN DEVLET ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI”

(Anadilde eğitim konusunda) “Şimdi bir resmi dil meselesi var, bir anadil meselesi var. Biz programa ‘Anadil haktır. Ana dilin öğrenimi, eğitimi, geliştirilmesi ve kullanımı ile ilgili her türlü güvenceyi sağlar’ diye yazmışız. Bu bizim açımızdan önemli bir adım. (Kamu kaynaklarını da bunun için kullanacak mısınız?) Evet, yazıyor zaten. ‘Bu konuda devlet bütün tedbirleri almalı’ diye. Ayrıca daha da başkası var, bu işin böyle geniş geniş… Mesela her isteyene veya ana dilde ne bileyim işte mühendisliğin bilmem ne logaritma dersini vermek de meseledir yani veya bunu talep eden her vatandaşa vermek meseledir. Kürt dili ve edebiyatı meselesinde mesela bambaşka bir şeydir. Bu çok haklı bir şeydir. Bunu Çerkesler için de yapabilmek lazım ve bu olanaklıdır. Fazlasını söyleyeceğim. Devletin bazı yerlerde hastanın ana dilini bilen birisini de görevlendirmesi lazım. Hiç Türkçe bilmeyen bir kadına meme kanserine karşı tarama yapmak ne demek mesela? Bir takım farkındalıklar, uyuşturucuyla mücadele için, ebeveyn eğitimleri falan. Hiç Türkçe bilmeyen bir kadına, bir anneanneye bunları yapmak veya bunun daha devamlı kadına karşı şiddet. Mesela KADES uygulamasında basıyorsunuz, orada anadilde yardım var mesela. Devlet mi çöküyor bunu yapınca? Bunun yaygınlaşması, yani bazı hizmetlerin de kişinin ana dilinde sunulabiliyor olması. Hele hele şimdi teknolojik imkanlar da var. Bir kulaklığı takıyorsun karşındaki uzman Türkçe konuşuyor, yan yanasın. Ama kendi dilinde duyabiliyorsun. Bu yabancı dili olan şey ana dilde niye olmasın bazı hizmetler verilirken. Ana dil meselesini böyle bir şey gibi… Ana dili öğrenmesi, eğitimi, kullanımı. ‘Dilin geliştirilmesine devlet her türlü imkan sağlar’ demişiz. Şu olunca bir imkansızın tarifine geliyor: Her isteyene kendi anadilinde bütün eğitimi veremezsiniz, onun eğiticisini bulamazsınız. Bunu sadece Kürtler değil, herkes isteyebilir ama bu eğitimin örneğin işte edebiyat, filoloji, gibi olası, mümkün, açıldığında pek çok kişinin gelebileceği bölümleri niye açmayasınız? (İlk ve orta öğretimde de belli derslerin o dille görülmesi gibi bir yaklaşımı olan dil bilimcileri var.) Dilbilimcilerin dediği küçük çocuk elbette Kürtçeyi de öğrenecek. Ama kendi dilinde filanca yetkinliği kazanması önemliyse ve buna devlet bir imkan, bir bütçe harcayacaksa bu da o çocuğun ilerideki gelişimi için iyi olacaksa biz buna neden karşı çıkalım? Böyle bir şey yok. Benim anlatmaya çalıştığım mesele; meseleyi çok başka yerlere koyup, bunun üzerinden ‘Bunda var mısın, yok musun?’ Biz ülkedeki bütün çocukların en iyi şekilde yetişmesi, eğitilmesi, en iyi şekilde hissetmesi için; bütün vatandaşların en iyi şekilde kamu hizmeti alması için devletin üstüne düşen her şeyi yapması gerektiğini savunuyoruz.”

“BÜTÇE ALEVİLER İÇİN DE KULLANILMALIDIR”

(Alevi açılımı hakkında) “Buradaki çalışmamızda altı sayfa bunlar yazıyor. Madımak’la ilgili kanun teklifi burada var. Bir kere mantık şu, AK Parti’nin mantığı: ‘Cemevi cümbüş evi’ dedikleri için cemevini Kültür Bakanlığı’na bağladılar. Diyanete bağlı olması lazım. Diyanet Sünnilere değil, tüm dinlere… Elbette nüfusun yüzde 99’u Müslüman ise bütçenin yüzde 99’u Müslümanlara harcanır. Ama yüzde birse diğer dinlere bu bütçenin harcanması lazım. Yüzde 99’un Sünni ne kadarsa o kadarı Sünnilere Alevi nüfus ne kadarsa bütçenin o kadarının Alevilere harcanması lazım. Alevilere yapılacak harcamalar Alevi inancının taleplerine uygun, yani dayatılan değil talebe göre verilen hizmetler olması lazım. Bütün cemevlerinin ibadethane olmasını savunuyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhurbaşkanı’na bağlı. O başkanlık üzerinden onun da Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olmasını… Alevilerle ilgili dairenin. Sünnilerle ilgili bir daire, Alevilerle ilgili bir daire, Müslümanlıkla ilgili bir yapı, diğer dinlerle ilgili. ‘Nüfusta ne kadarsan o kadar bütçe hakkını kullanması lazım’ diye söylüyoruz. Bu konuda bir çok şeyi de buraya yazdık. Dahasını da konuşmaya, yazmaya hazırız.”

“ANAYASA UYMAYANLA ANAYASA YAPILMAZ”

(Yeni bir anayasa yapma konusunda sizin koşullarınız ne olur?) “Şimdi meselenin özü şu. Biz çok ilkesel bir yerden, ‘Anayasaya uymayanla anayasa yapılmaz’ diyoruz. Bir kere anayasa yapacaksak, mevcut anayasaya uymasını bekliyoruz. Anayasaya uymak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulaması, anayasadaki hakim teminatına, yargı bağımsızlığına uyuması, onunla ilgili şu an ortaya koyduğu rezaleti… Yani öyle bir şey ki, bugün işte dava 40’a düştü ve sonra oraya yeni heyet atandı. Doğal hakim ilkesine doğrudan aykırı. Yani sipariş bir heyet görecek mahkemeyi. Ve bu olacak bir iş değil. Ekrem İmamoğlu veya bizim arkadaşlarımız lehine şerh yazanı, Anadolu’nun ucuna atıyorlar. Bu şartlarda bunlarla anayasa yapmayız. Bunların yani anayasa ihlallerinin tamamını sınırlayacak olurlarsa, o zaman belki oturup, ya bütün bunlar hani oldu ya, bir sihirli değnek geldi ve bütün bu hak ihlalleri ortadan kalktı, yargıdaki bu baskı ortadan kalktı. İşte Kavala’sı, Selahattin Demirtaş‘ı, bütün AİHM kararına göre serbest kalması gerekenler, işte tutuksuz yargılamalar oldu, böyle sihirli değnek değdi. O zaman ne yapmak lazım? O zaman da oturup şunu konuşmak lazım; Anayasa’ya uymamanın müeyyidesini çok açık tarif etmek lazım. Bir üst mahkeme ilan ederek anayasaya birinci kademe uymuyorsa ya da Cumhurbaşkanı uymuyorsa hangi karar hangi müeyyide ile uymak lazım. Bir de şöyle bir şeye ihtiyaç var. Rahmetli anneannem anlatırdı. Sadriye Menemenlioğlu. Allah rahmet eylesin. Selanik doğumluydu. ‘Benim gibi bir koca kadının sizin gibi iki yaramaz evladı varmış’, Barış‘la bana, ‘Mirası bırakacağım bunlar başında çok kavga eder, düşünüyormuş. Sonunda bulmuş, komşuya söylemiş. Benim başıma bir şey gelirse camiden sonra gidin nasıl olacağını söyleyeyim.’ Gitmişler işte görevi yapmışlar, gelmişler annelerinin vefatından sonra, çok kısa anlatıyorum. Ondan sonra komşu teyze demiş ki, gerçi o anneannem şey diye söylüyordu ‘Sandığın altına yazmış bırakmış’ diye. Komşu teyze demiş ki ‘Malları biriniz ortadan ikiye bölsün, öbürünüz istediği parçayı seçsin.’ O zaman bölen de çok adil oluyor, kardeşi büyüğü almasın diye, seçen de iki eşitten birini seçiyor. Anayasayı böyle bir mantıkla yapabiliyorsan biz anayasa yapalım. Mesela dünyada iç tüzüğe muhalefet partileri değişiklik önerebiliyor. Neden? Söz hakkını kısıtlamasın diye. Muhalefetin önerdiği bir değişiklikse oturulup müzakere ediliyor. Ya da iç tüzük değişiklikleri bir sonraki dönem uygulanıyor. Anayasayı değiştireceksek, bir sonraki dönem uygulansın. Çünkü bugün mesela anayasayı değiştirdik. Bazı siyasi liderler diyor ki ‘Hadi gelin, Parlamenter Sisteme dönelim.’ O zaman varız. Varız. Parlamenter Sisteme döndüm. Cumhurbaşkanı taraflı, ‘Tarafsızım’ desin. Yine de Tayyip Erdoğan. Ben seçimi yapacağım, kazanacağım. Sonra hükümeti kurma yetkisini Tayyip Bey verecek ya da vermeyecek. 7 Haziran, 1 Kasım. O zaman mesela şuna var olacaklar mı? Hepimizin mutabakatıyla bir tane tarafsız Cumhurbaşkanı Meclis dışından seçelim ve Tayyip Bey Başbakanlığa dönsün. Ondan sonra da oturalım mesela erken seçim tarihini de ilan edelim, seçim kanunu da hep birlikte yazalım. Bütün güvenceyi verelim. Böyle adil ve serbest bir seçim için. Oralara oturacaklarsa bütün anayasaya uyduktan sonra oturulur. Ama bunlar yani. (Vatandaşlık tanımınız nedir?) Biz vatandaşlık tanımı tartışmalarını gerçekten kurucu bir Meclis ve sorunlarını aşmış ve iş anayasadaki tanıma gelmiş noktasında; milletin vekilleri oturur, tartışır, milletin oyuyla geçirilecek bir anayasa yapılıp her şeyi konuşulur. Ben eşit vatandaşlık fikrinin sahibi olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğunda oturuyorum.”

“SURİYE MESELESİ İLE İLGİLİ KONFERANS HAZIRLIĞIMIZ VAR”

(Suriye’de ile ilgili bir çalışmanız var mı?) Bir konferans hazırlığımız var Ocak ayı içinde, tüm siyasi partileri de davet edeceğimiz. Hatta Resul Emre Şahan’ındı ilk fikir, bir cezaevi görüşmesinde dedi, ‘Bir konferans yapalım bu süreci yönelik.’ Öyle bir hazırlığımız var. İkincisi Suriye’ye yönelik olarak hem bahsettiğiniz hani Arap Alevilerinin endişeleri ile ilgili hem de bütün meselelerle ilgili biz Meclis’in bütün halinde yapabileceği bu tip işlerin içinde oluruz, doğru da buluruz katkı sağlamak için. İmralı meselesinde dediğim gibi biz komisyonda bütün zorluklara rağmen var olduk. Orada da kendimiz bir tercihte bulunduk. Hesabını seçmene veririz. Ama o sırada çok haksız saldırılar aldık, çok haksız eleştiriler aldık. Sonra biz de geniş bir hatırlatma yaptık. Eleştiri yapanlar biraz hassasiyet gösterdiler. Çünkü DEM Parti’nin kurumsal kimliğinden, Eş Genel Başkanlarından, başkanlarından bu konuda çok nezaket, ‘Gelinmeliydi gidilmeliydi, biraz daha cesur davranılmalıydı’ biz bunlara alınmayız ama yönetim görevi olmayıp çok ağır ifadelerle Cumhuriyet Halk Partisi’ni bilmem kaç yıllık hatırlatmalar bilmem neler falan bunların kimseye faydası yok. Ve birden AK Parti’yi, MHP’yi aşırı olumlayan ve CHP yani işte düne kadar hatırlatmamın sebebi ondan da birazcık zülfiyare dokundu herhalde. Ama bizim esas baktığımız konu şu, bir samimiyet, bir kararlılık, gösterilmiş bir cesaret ve sonuç almaya ilişkin bir inancımız var. Bu noktada da samimiyiz. Bir kez daha ifade etmek isterim. Bu işin sonunda tek başına kimse kazanamaz. Yani şöyle bir şey, muhalif kitlede de şöyle bir korku oluyor. ‘Bu sürecin başarılı olup Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde başarısız olma’ ihtimalini kimse görmüyor. Oysa bu sürecin başarısına hep beraber katkı sağlarız, sonra seçimlere gideriz hep beraber yarışırız. Bugünden daha yüksek olmaz o zaman başarılı olma imkanı. Çünkü zaten biz Türkiye’nin barışına hep beraber koymuşuz. Ama böyle bir süreç başarısız olur, biz burada olursak, ‘Hiç olmazsa denedik’ deriz. Ne oldu yani, varıp da ülkeyi mi böldük, bayrağı mı indirdik, ezanı mı dindirdik? Bunun üzerinden Tayyip Erdoğan, CHP karşısında bilmem kaç tane seçim kazandı. Şimdi müezzinin hakkını da biz savunuyoruz, uzman çavuşun hakkında da biz savunuyoruz. Bu meselenin müzakeresinde Meclis’te biz de varız. Yani özgüvensiz bir siyaset ve özgüvensiz bir yaklaşım böyle sürekli kaybeden bir muhalefet psikolojisi ile her şeye korkan ve her şeye refleks veren… Biz ne yaptığımızı biliyoruz ve olmamız gereken yerde, durmamız gereken yerde duruyoruz. Kimsenin ne vagonuyuz ne kimse herhangi birisi söyledi diye önden önden onun için yol temizliğine koşturuyoruz. Kendi programımız, seçmenle taahhüdümüz, Cumhuriyet Halk Partisi’ni var eden değerler ve toplumun bizden beklentilerini şu anda hem hani ülkenin birinci partisi, son seçimlerin birinci partisi, bütün anketlerin birinci partisi olma sorumluluğu, onun bilinci ile davranıyoruz.”

“81 İLİN 67’SİNDE BULUNDUM”

“Bölge kentlerine şöyle, burada bir iletişim kazası oldu. Biz zaten TUSAŞ saldırısı olduğunda kesintiye uğrayan yedi, sekiz günlük ziyareti işte yaz geldi ve 19 Mart geldi, darbeye uğradık. Planlıyorduk. böyle bu planlamayı yaptık, bizim arkadaşlarından birine sormuşlar, İmralı kararından sonra, ‘Bölge kentlerine gidecek misiniz’ o da ‘Evet’ deyince sanki, ben İmralı kararından sonra bölge kentlerine gitmek değil, zaten biz bölgeye yarım kalmış ziyaretimizi şu araya 19 Mart darbesi girdi diye planlıyorduk, yapacağız. Ama o sırada İmralı ziyareti ile ilgili soruları da birebir cevaplama imkanı olacak. Bu Ocak ayının ikinci yarısında ve Şubat ayının ortasında falan hatta bir kez de değil yani Sezgin Bey’le de konuştuk, bir yarım kalanı tamamlamak, bir iklime göre Hakkari’ye, Şanlıurfa’ya ayrı bir şey planlamak gibi iki ya da üç ziyaretle devam etmek istiyoruz. Zaten şöyle bir şey söyleyeyim, ben 81 ilin 67’sine gitmiş durumdayım şu ana kadar. Geriye zaten 14 tane il aldı. Onları tamamlayayım desem bölgenin de tamamı bitmiş oluyor. Bölgede şu ana kadar üç ile gidebildim. Tamamlayacağız onları.”